CUMHURİYET VE ALEVİLİK
......Bugün imreniyle baktığımız ve uygar ülkeler dediğimiz ülkelerin hemen hepsi, 13’üncü asırda büyük bir karanlık içindedir. İnsanların kazıklara oturtulduğu, engizisyon mahkemelerinin kurulduğu, mezhep çatışmalarından dolayı binlerce insanın katledildiği bu çağdaş dediğimiz ülkelerin tam tersine, Anadolu, bir dostluk yurduydu. Çünkü barış vardı, 72 milleti kucaklama vardı; din adına zulmün yapılmadığı, insanın insanca muamele gördüğü bir devir yaşanıyordu.
Ve bu güzelliklerin yaşandığı devre Batı gıpta ile bakıyordu. Bugün bizler Batı’ya nasıl hayranlıkla bakıp o ülkelere gitmek için can atıyorsak, o gün de feodalitenin yaşandığı o dönemde bize, bugün bizim baktığımız gibi bakıyorlardı.
Batı’nın tüm devletleri bir araya gelse bile, Osmanlı’ya kafa tutamayacak güce Osmanlı nasıl sahip olmuştu?
İşte bunu sormak gerekiyor; bunun cevabını bulursak bugünkü sorunlarımıza da doğru teşhis koymuş oluruz.
......Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş döneminde gerek kuraklık ve gerekse Moğol istilalarından bıkmış olan halkın, yeni bir yurt bulmaya zorlanmış olan kavimlerin Anadolu’ya gelerek bu devletin kuruculuğunu üstlendiklerini görürüz.
Kimdir onlar? Horasan Erenleri dediğimiz pirler ve mürşitlerdir.
......Önce küçük bir beylik olarak oluşan Osmanlı Devleti o günlerde bir taraftan Bizans’ın zaafa uğraması, diğer taraftan Selçuklu İmparatorluğu’nun son günlerini yaşaması ile büyük bir kargaşanın yaşandığı bir dönemde, Pir-i Türkistan dediğimiz Şah Ahmet Yesevi’nin, Hz. Muhammed ve ilm-i batıni sahibi Hz. İmam Ali’den esinlenerek, o doğru yorumu, yani pınarın başındaki tertemiz berrak sudan su alarak, tüm yaradılmışı Yaradan’dan dolayı seven ve cümle âlemi birlik gören tasavvufi İslam anlayışını, insanı merkeze koyarak, insanı incitenin Tanrı’yı inciteceğine inanan, “Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm” diyen ve insanı Tanrı’nın bir tecellisi sayan, insanı kendisine halifesi eden, insanı gerçek yerine oturtan İslam anlayışıyla ve bu değerlerle yüklü dedelerin ve pirlerin öncülüğünde Osmanlı devleti kuruldu. Bu felsefeyle topluma yön verildi. O kadar ki, bu yeni devlet kurulurken bunun nasıl olacağını ve nasıl yönetileceğini Otman’a (Osman değil) söyleyen ve yön veren, o dönemin büyük düşünürü ve bir Alevi dedesi olan Şeyh Edebali’dir.
Şeyh Edebali olsun, Hacı Bektaş Veli olsun ve diğer Horasan Erenleri olsun, Şah Ahmet Yesevi’nin İslam anlayışıyla Osmanlı devletine yön vermişlerdir.
O dönemlerde Balkanlar’a, Budapeşte’ye kadar gidilmiş ve oralar İslamlaştırılmıştır. Onca zulme rağmen bugün hâlâ Balkanlar’da yaşayan Bektaşileri örnek vermek lazımdır.
Ülkemizi İslamlaştıran, Aleviliktir. Osmanlı’nın kuruluşunda Alevilik vardır. Bir devletin omurgası, ordusudur. Osmanlı’nın omurgası da Yeniçeri’dir ve Yeniçeri’nin piri de Hacı Bektaş Veli’dir.
......Bunun için bizim ülkemiz, ortaçağı yaşamakta olan diğer İslam ülkelerinin karanlığını yaşamamıştır. Çünkü önünü uygarlıktan yana dönmüştür. Onun için Atatürk gibi büyük bir değeri yetiştirmiştir.
......O dönemde o insanlar nasıl aydınlığı yaşamışlarsa bugün bizlerin yakalayamamasının altında da o değerlerin unutulmaya yüz tutmasını göstermek lazımdır. Yoksulluk dahi paylaşılmış ve o yoksulluk zenginliğe dönüştürülebilmiştir. Bugün çöplüklerde ekmek toplayıp yaşamaya çalışan ve para harcayacak yer bulamayan insanları kıyasladığınız zaman ne demek istediğim anlaşılacaktır.
İşte bu toplumsal anlayışı ve inancıyla toplumsal dayanışmasını sağlayan, Azerbaycan’ın Hoy şehrinden gelen ve Hacı Bektaş Veli’nin yanında bulunan Ahi Evran’ın tasavvufi İslam anlayışı egemen kılınmış ve 600 yıl devam edecek bir imparatorluğa ilham kaynağı olmuştur.
......O inançsal ve felsefi yaklaşım, İslamı, kul hakkı yemeden, insanı severek Tanrı’ya ulaşmak ve varlığını başkalarının yoksulluğuna çare bulmak ve paylaşmak olarak gören inanç, o gün kuvvet kazanmıştır.
Çalışmayı en büyük ibadet kabul eden anlayışla dünyanın en büyük imparatorluğunu kurarken Yunus gibi, Mevlana gibi ve Hacı Bektaş gibi değerlerin hümanizmi Anadolu topraklarına ekiliyordu.
......İşte buralarda kendi İslam anlayışlarını saz eşliğinde, semah dönerek ve cem yaparak, kadın erkek birlikte ve bir arada ibadet yaparak, İslamı bu şekilde anlayan ve uygulayan bir anlayış, 600 yıllık bir imparatorluğun temelinde de önemli bir harcı oluşturacaktı ve 16’ncı asrın ilk çeyreğine kadar dünyanın önünde duramayacağı bir devletin temelini atacaklardı.
......Peki ne oldu da böylesine bir anlayış, böylesine bir düşünce sistemi, inanç sistemi, böylesine bir devlet modeli, zaman içerisinde eğer Mustafa Kemal ortaya çıkmasaydı bugün hepsinin sömürge olarak devam edeceği darmadağın bir İslam dünyası haline dönüşmüştür? Neden?
İşte bunun cevabını bilinçli bir şekilde bilip okullarda çocuklarımıza öğretmezsek Türkiye Cumhuriyeti’ne molla kafalı, irfansız, vicdansız nesiller yetiştirerek ülkemizin geleceğini ortaçağa mahkûm kılarız.
......İslam deyip ellerine dün Sıffiyn Savaşı’nda örneğini gördüğümüz gibi, Kuran’ı alıp “Şeriat isteriz, hâkimiyet Allah’ındır” diyen nesiller yetiştirerek ve bu zihniyeti siyasallaştırıp insan hayatını irfansızlığa mahkûm kılarız.
Oysa, “Hâkimiyet Allah’ındır” deyip bağıranlara Hz. İmam Ali ne güzel cevap verir; “Evet, hâkimiyet Allah’ındır; ama, devleti de insanlar yönetir” diye buyurur.
21’inci yüzyılda hâlâ bunu anlamamış olmaları ne büyük talihsizliktir...
Bu inanç sistemine ne oldu?
......16’ncı yüzyıl başlarında ikinci bir Türk devleti kuruluyor. Doğuda ise Safevilerin devamı olan ve içerisinde ağırlıklı olarak Türkmenlerin bulunduğu bir devleti 13 yaşında çocuk diyeceğimiz biri, kurmaya başlıyor ve de kuruyor. Başkenti, Tebriz’dir. Erzincan, Sıvas, Malatya, Elazığ civarlarının Türkmen aşiretleri, içerisindedir.
Kuran kişi, büyük bir ozan, büyük bir Ehlibeyt dostu, tasavvufçu, büyük bir şair, yazar, edip ve kendisi de Ali-Muhammed soyundandır: Şah İsmail Safevi’dir adı. Bu özelliklerinden dolayı Osmanlı padişahı II’nci Beyazıt’ta büyük bir hayranlık uyandırıyor ve bu hayranlık onu Bektaşiliğe kadar götürüyor.
Onun Bektaşiliği ise sonunu hazırlıyor. Trabzon Valisi olan oğlu Yavuz Selim onu tahtından indirerek yerine oturur ve sorunlar da başlar.
Yavuz Selim’in ilk işi Safevilerin üzerine yürümek ve yürürken de, devletin arşivlerindeki kayıtlara göre, 40 bin Alevi Türkmeni katletmek oluyor.
Anadolu’da karanlık devir başlıyor.
......Yavuz Selim 1516 yılında Mısır’a yürüyor. Memlûkları yeniyor ve dönerken de hilafet sancağını ve emarelerini, Sakal-ı Şerif dahil Hz.Muhammed’e ait ne varsa alarak geliyor. Ama Şah İsmail’in ektiği inanç tohumunu yok edebilmek için de Mısır’daki “El Ezher Medresesi”nden 1000 ulema getiriyor. Bilim ve aklın egemen olduğu üniversiteler artık bunların İslam anlayışıyla yönetiliyor.
Anadolu’da kıyımlar ve kırımlar başlıyor. Fetva dönemi devreye giriyor. Ulemanın verdiği fetvalarla canlar alınmaya başlıyor.
......Yavuz Selim İstanbul’a ayak basar basmaz Şeyhülislam’ı çağırıyor; “Senin ilk yapacağın iş, derhal bana fetvalar vermektir” diyor.
Şeyhülislamlar istenilen fetvaları vermekte tereddüt etmez. Hem de ne fetvalar! Mühimme defterinden bir örnek: “İran’ın Osmanlı devleti içindeki halifelerden olduğu ve kendisi gibi halife olan diğer bazı müfsitlerle işbirliği yaparak halkı ifsat ettikleri bildirilen Budaközü kazasından Süleyman Fakih ile kendisine tâbi olanların, haklarındaki iddialar doğru ise toprak kadısı marifetiyle yakalanıp ya gizlice Kızılırmak’ta boğulmaları veya hırsızlık ve haramilikle suçlanarak haklarından gelinmesi” (Cemal Şener; “Osmanlı Belgelerinde Aleviler-Bektaşiler”, Karacaahmet Sultan Yayınları). Bunun gibi, insan onuruna yakışmayan, bir inancı yok etmeye yönelik yüzlerce fetva...
Bu karanlıklara dur diyecek bir aydınlık kurtarıcı isim, halkın destek ve güvenini yanına alarak ortaya çıkıyor.
......Adı; Mustafa Kemal Atatürk!
......Şimdi anladınız mı Atatürk’ü niçin çok sevdiğimizi?
......Atatürk bu köhnemişliğe son verdi. Din ve vicdan özgürlüğünü sağladı. Avrupa bir yandan sanayileşirken, pozitif ilimleri baş tacı edip en büyük yatırımı insana yaparken, Osmanlı’ya ne oldu da hantal ve bu gelişmelere kayıtsız kalarak çöküşüne zemin hazırladı?
Kendi değerlerine sahip çıkmadı. İşte bu gidişe, bu çöküntüye Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla son veren, Mustafa Kemal Atatürk’tür. O büyük insan, bunları görmüş, analizlerini yapmış, Arap ülkelerinin hemen hemen tümünü gezerek görmüş ve gelişmesi gereken insanların nasıl çağdışında kaldıklarına şahit olmuştur.
Arap örf ve âdetlerinin nasıl İslam adına yutturulduğunu ve insanların uyuşturulduğunu görmüştür.
......Yüce kitabımız, çalışmayı ve üretmeyi ibadetten saymışken, Arapların sadece eğilip doğrulmayla Allah’a ulaşılamayacağını bilmiş ve görmüştür. Ve bu gidişin kırılması gerektiğine inanmış ve onu da yapmıştır. Onun için Türk halkını ayırım yapmadan; Alevisi Sünnisiyle, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkeziyle herkesi yanına alarak, hepsini bir yumruk yapmış ve yeni bir devlet modelini, yani Cumhuriyet’i kurmuştur.
İnançta, Osmanlı’nın tam tersini yapıp “Din, insanla Allah arasındadır, oraya kimse giremez ve karışamaz” diyerek, devletin yönetimini tamamen akıl ve bilime dayandırmış; 16’ncı asırdan sonra devlet modelini tamamen Arap İslam anlayışına yaslamanın devleti tıkadığını görerek “Kurulacak devlet yönetiminin modeli ‘laisizm’dir” demiştir.
Latin harflerini kullanarak, Arap etkisini yıkmıştır. Anayasada eşitlik ilkesini getirerek “Bu ülkede yaşayan her insan, kanunlar önünde eşittir” demiştir.
Artık bu ülke şeyhülislamların fetvalarıyla değil, hukuk devleti olarak yönetilecektir. Herkesin siyasi düşüncesi, felsefesi, rengi, dili, dini, ırkı ne olursa olsun kanunlar önünde eşit olacaktır.
......Evet Aleviler bu modelde kurtuluşu gördüler; Atatürk’e “Hacı Bektaş Veli’nin tekerrürü” dediler ve onun etrafında kenetlendiler.
Onun için sevdiler, onun için “Atatürkçüyüm” dediler ve onun için O’nun izinden yürüdüler.
......Ne mutlu Cumhuriyet’ten yana olanlara; ne mutlu Atatürkçü olanlara; ne mutlu laisizmin gerçek değerini anlayıp kardeşçe yaşayanlara; ne mutlu ülkemizin birliğini, ulusallığını ve bağımsızlığını savunanlara...
Ali Rıza Uğurlu (Dede)
Cem Vakfı Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı
KERBELA
Zaman, tüm süratiyle hızla ilerliyordu. İmam Hüseyin, Kerbela çölünde yol döneklerinin ihanetine uğrayıp bir başına kalmış; binlerce kişilik düşman ordusu karşısında yalnızlığını değil, direnişini düşünüyordu.
İslam... Uğrunda nice canlar feda edilmiş, nice zorluklar çekilmiş, nice merhalelerden geçilmiş ve sonra evrensel bir inanç olarak Muhammed Mustafa tarafından hakiki yerini almıştı. Ne var ki, O’nun Hakk’a yürümesinden sonra her şey değişmiş, Müslümanlar çeşitli kimliklere bürünmüşlerdi.
Artık Müslümanlar küffar ile savaşmaktansa birbirleriyle savaşıyorlar; iyiyi kötü, kötüyü iyi görüyorlar; dinlerinin yasakladığı her şeyi gönül rahatlığıyla yapabilmenin gururunu yaşıyorlar; Peygamberin haklarında “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece asla sapıklığa düşmezsiniz” dediği Kuran ve Ehl-i Beyt’ine karşı geliyorlar; hatta daha da kötüsü, onları yok etmeye çalışıyorlardı. Peygamberin yanı başında Ehl-i Beyt’e hürmetten geri kalmayan insanlar, şimdilerde onları ortadan kaldırmak için kılıç kuşanmış, savaşa soyunmuşlardı...
İmam Hüseyin, bir ara bu düşüncelerden sıyrılıp kardeşi Zeynep’ten eski gömleğini istedi. Ehl-i Beyt hatunları şaşırmıştı. Sebebini sorduklarında İmam kederli haliyle cevap verdi:
-Bu zalimler beni katlettiklerinde gömleğimi de ganimet almak isteyeceklerdir. Eğer gömleğimin eski olduğunu görürlerse belki almaktan vazgeçerler de bedenimi çıplak bırakmazlar!
Hz. Zeynep, kardeşi İmam Hüseyin’in gömleğini istediğini görünce ağlamaya, feryat etmeye başladı. Gözlerinden akan kanlı yaşlar inci inci dökülürken çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Diğer Ehl-i Beyt hatunları Zeynep’e sarılarak onu teskin etmeye çalıştılar. İçlerinden biri Hz. Zeynep’e sordu:
-Neden ağlıyorsun Ya Zeynep? İmam Hüseyin sadece senden eski gömleğini istemişti!
Zeynep, anası Fatıma’nın (s.a) yıllar önce verdiği haberi onlara hatırlattı:
-İmam Hüseyin daha küçük bir çocukken annem bu gömleği dikmişti. Gömleği kimin için diktiğini sordum; “Kardeşin Hüseyin için!” diye cevap verdi. Çok şaşırmıştım. Çünkü o gömlek oldukça büyüktü ve o zamanlar henüz küçük bir çocuk olan İmam Hüseyin için oldukça büyük sayılırdı. Bu şaşkınlığımı anneme de ilettim, annem ağlamaya başladı. Niçin ağladığını sorduğumda “Ey kızım, oğlum Hüseyin bu gömlekle birlikte Kerbela’ya gidecek ve sen de yanında olacaksın. Eğer o an gelir de bu gömleği senden isterse bil ki artık Hüseyin’i bir daha göremeyeceksin, o gün oğlumun şehadet günüdür!” dedi.
Zeynep’in bu sözü orada ki kadınlar, kendilerini tutamayarak ağlamaya başladılar. Herkes kendi acısını unutmuş, İmam Hüseyin'i düşünür olmuştu şimdi. Oğul veren, eş veren, kardeş veren kadınlar şimdi Hüseyin-Hüseyin feryatlarıyla gözyaşı döküyorlardı.
Hüseynî çadırlardaki bu elim sahneler cereyan ederken savaş meydanı birazdan tekrar hırçınlaşacak; Hüseynîleri paramparça eden caniler, bu kez de İmam Hüseyin’i (a.s) parçalamak için savaşacaklardı.
Ehl-i Beyt’iyle son kez vedalaşan İmam, şimdi Kûfelilerin karşısındaydı, ve buyurdu:
-La ilahe illallah, Muhammed-en Resulullah, Aliyyün Veliyyullah, Vasiyyun Resulullah. Selam olsun ceddim Muhammed Mustafa’ya ve onun pak Ehl-i Beyt’ine...
Ey yalancılar! Dönekliğinizden ötürü her iki cihanda da lanetlendiniz! Siz öyle kimselersiniz ki beni istediğiniz, mektuplarınızda bunu binlerce kez tekrarladığınız ve benden yardım dilediğiniz halde, size doğru geldiğimde verdiğiniz onca vaatten döndünüz; kılıçlarla, mızraklarla karşıladınız beni!
Siz ey halk! Bana ve Ehl-i Beyt’ime kılıç kaldırdınız ve bizi katletmek için Yezid ile el ele verdiniz...
En azından kimin neslinden geldiğime, kim olduğuma bir bakın; bakın da kendinize gelin. Hanedanıma saldırmakla elinize ne geçecek bir düşünün.
Ben, Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim; Peygamberin vasîyi, amcasının oğlu ve herkesten önce ona iman eden müminlerin Şah’ı İmam Ali’nin oğlu değil miyim?
Şehitlerin efendisi Hz. Hamza benim ve babamın amcası değil mi; meleklerin sultanı Cafer-i Tayyar benim amcam değil mi?
Acaba Peygamberin, benim ve kardeşim İmam Hasan hakkında “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir” hadisini işitmediniz mi? Eğer beni tasdik ediyorsanız bilesiniz ki bu, Hakkın ta kendisidir; zira ben asla yalan konuşmadım ve eğer yalanlıyorsanız, yine bilesiniz ki, içinizde bu hadisi doğrulayacak insanlar var.
O halde bu hadis, peşimi bırakmanız ve ailemi katletmemeniz için yeterli bir sebep değil mi?
Kûfeliler İmam’ın sözlerinden yeterince etkilenmişlerdi. Şimr melunu Kûfe’lilerin içindeki sessizliği bölmek için araya girdi:
-Kendini neden boşuna yoruyorsun ey Hüseyin, senin gibi bir asiye kim biat eder!
-Ey Şimr, eğer ben asiysem isyanım Yezid’edir ve zaten kıyamım da bu yüzdendir. Ne var ki asıl asileri görmeyecek kadar körleştiğinizin farkında bile değilsiniz; kiminiz asi kesilmiş, kiminiz de asilere ayak uydurmuşsunuz. Dönün de bir arkanıza bakın. Kimin emriyle buraya gelmişsiniz? Hepiniz Yezid’in köleleri değil misiniz? Oysa ki Yezid’in pislikleri herkes tarafından bilinmektedir. Hal böyleyken Allah’ın emirlerine karşı gelen; Muhammedî dini ayaklar altına alan; gününü zina, eğlence ve Hakk dinine iftiralarla geçiren Muaviye oğlu Yezid gibi bir asiye nasıl itaat eder, nasıl Peygamberden hayâ etmezsiniz? Halbuki ben Muhammedî dini yaşatmak, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek için buradayım.
Şimr, İmam Hüseyin’i konuşturdukça daha tehlikeli sözler söylediğini fark etmişti. Bu yüzden karşılık vermekten çekindi. İmam, Şimr’in ve Kûfelilerin sessizliğinden yararlanarak sözlerine tekrar devam etti:
-Yazıklar olsun size! Acaba birini mi öldürdüm, bir başkasının malına zarar mı verdim, yoksa içinizden birini mi yaraladım da üstüme geliyor ve benden kısas istiyorsunuz?
Kûfeliler yine sessizdi. Herkes susmuş, İmam Hüseyin’in nasihatlerle dolu sözlerini dinliyordu. İmam bu kez de birkaç kişiyi muhatap alarak sözlerine devam etti:
-Ey Şebes b. Rubî, ey Haccar b. Ebcer, ey Kays b. Eş’as ve ey Yezid b. Haris! “Bağlar yeşerdi, meyveler olgunlaştı; eğer gelecek olursan bizi, Yezid’e karşı silah kuşanmış bir ordu olarak bulacaksın!” diye bana mektup yazan sizler değil miydiniz; unuttunuz mu yoksa?
Bir müddet yine sessizlik hakim oldu. Daha sonra içlerinden biri kalkarak İmam’ın sözlerini inkâr etti:
-Biz öyle bir mektup yazdığımızı hatırlamıyoruz. Eğer sana öyle bir mektup gelmişse şunu bil ki onu biz yazmadık!
İmam onların bu sözüne bir hayli şaşırmıştı:
-Allah’a yemin ederim ki, o mektubu sizden başkası yazmamıştı. Nasıl da inkâr ediyorsunuz şimdi!
İmam Hüseyin, sözlerini tamamladıktan sonra Kûfelileri teke tek mücadeleye çağırdı. Kûfeliler için onunla teke tek savaşmak en büyük korkuydu, onunla bu şekilde savaşmanın sonunun ölüm olduğunu herkes biliyor, bu yüzden de kimse cesaret edemiyordu.
İmam, askerler arasından bir gönüllü çıkmadığını görünce bu kez komutanları Ömer b. Sâd’a seslendi. Yaşamayı diğerlerinden daha çok seven İmam Hüseyin’in çağrısını yanıtsız bırakmıştı.
Nihayet, “Kûfe’nin en cesur savaşçısı” olarak nam yapmış Temim b. Kahtibe, durumu böyle görünce, onurunu korumak amacıyla İmam Hüseyin’in karşısına çıkabilme cesaretini gösterebilmişti.
Oysa ki Temim melunu, gururunun kurbanı olmuş; yıldırım gibi çarpan İmam Hüseyin, bir göz açıp kapayıncaya kadar amansız kılıcıyla o melunu ortadan ikiye ayırmıştı. Bu arada birkaç grup, ordudan ayrılarak gruplar halinde İmam Hüseyin’e akın etmeye başlamışlardı. İmam, onlardan ikisini de keskin kılıcıyla az önceki melunun yanına gönderince geride kalanlar oldukça korkmuş, kısa sürede ordudaki yerlerine geri dönmüşlerdi.
Ömer b. Sâd, askerlerinin bu haline oldukça öfkelenmişti. Şiddetle onlara bağırdı:
-Yazıklar olsun size! Kiminle savaştığınızı bilmiyor musunuz? Bu adam Ali’nin oğludur. Ali ise zamanında en güçlü ve en cesur savaşçıları alt etmiş bir insandı. Bu yüzden onları yenmek istiyorsanız azar azar değil, toplu halde ya da yüzü aşkın gruplar halinde savaşmanız gerekiyor!
Sâd oğlu, elindeki su tulumunu ağzına boşaltıp iştahla içtikten sonra tekrar bağırdı askerlerine:
-Her taraftan saldırın, dört bir yanını sarın onun!
Kerbela sahrası bir anda toza dumana boğulmuş, ortalık mahşer gününe dönmüştü. İmam Hüseyin ise, bir yandan etrafını saran canilerle savaşırken, diğer yandan da ağlayan Ehli Beyt’in kadınlarına bakıyordu:
-Ah Hüseyin!.. Vah Hüseyin!..
Kerbela’da meydana gelen bu hadise karşısında tarih de sükût etmiyor ve en kanlı sayfasına şu cümleleri işliyordu:
“Yemin ederim ki tarih boyunca kardeşlerinin, çocuklarının, yeğenlerinin ve diğer yakınlarının katledilişlerine, gözleriyle şahit olan ve sayısız düşman kalabalığında bu denli üstünlüğü olan birini hiç görmedim!”
İmam Hüseyin, Yezid ordusuna hücum ettiğinde, önüne çıkanlar öfkeli bir aslanın gazabına uğrayan hayvan sürüsü gibi sağa sola kaçışıyor, kılıcın gölgesinden sıyrılmaya çalışıyorlardı...”
Hal böyleyken Ömer b. Sâd, askerlerine her saniye moral veriyor, ancak bunda başarılı olamıyordu. Hüseyin’in önüne geçmek imkânsız gibiydi. Kargaşa devam ederken şeytani bir ses yankılanmaktaydı Kerbela’da:
-Çadırlar!.. Çadırlara saldırın!
Düşmanla tek başına çarpışmakta olan İmam Hüseyin, ansızın kadınların ve çocukların çığlıklarını işitmişti. Yüzünü hemen çadırlara doğru çevirdi. Ganimet alabilmek için adeta birbirleriyle yarışan binlerce düşman askeri, atlı ya da piyade olarak çadırlara doğru koşuyorlardı. İmam, bu manzara karşısında daha fazla dayanamayarak atının yönünü çadırlara doğru çevirdi, hızla o yöne doğru harekete geçti.
Yüreği şimdi Ehl-i Beyt’i için çarpmakta olan Pir, şimşek hızıyla çadırlara doğru ilerlerken bir yandan da düşman ordusuna bağırıyordu:
-Ey Ebu Süfyan’ın yandaşları! Dininiz yoksa, Hakk-Muhammed-Ali’ye inanmıyorsanız, en azından insan olun; mert olun! Sizin aradığınız ve istediğiniz kişi benim, benimle savaşın! Şu kadınların ve çocukların hiçbir günahı yokken neden onlara hücum ediyorsunuz?
Kûfeliler, nihayet bu sözlerden etkilenerek geri çekildiler. Artık kısa bir süre için dahi olsa, kadınlar ve çocuklar rahat bir nefes alabilmişlerdi.
Yaraların şiddetlendiği; yorgunluğun, susuzluğun ve zaafın arttığı bu sıralarda İmam Hüseyin’in gönlü ikinci bir susuzlukla kavrulmaktaydı: Ruhu adeta uçmak, şehit olan yakınlarına bir an önce kavuşmak istiyordu. Yaralı haliyle olduğu yerden önce Kûfelileri, sonra da Ehl-i Beyt’ini temaşâ etti.
O sırada düşman saflarından atılan bir taş, alnına isabet etmiş, mübarek yüzü bir anda kızıla boyanmıştı. Gömleğinin köşesiyle akan kanları silmeye çalıştı. Ne var ki, üzerine doğru gelen çatallı bir oktan habersizdi. Göğsünün kenarına saplanan bu ok, yüzündeki kanları temizlemeye mecal bırakmamıştı bile. Artık direnci kalmamış, gücü azalmıştı. Zor da olsa birkaç cümle söylemeye çalıştı:
-La ilahe illallah, Muhammed’en Resulullah, Aliyyün Veliyyullah, Vasiyyun Resulullah! dedi…
Daha sonra ellerini semaya kaldırarak Yaratanına seslendi:
-Ey Allah’ım! Sen de pekâla bilirsin ki bu gürûh, yeryüzünde ceddim Muhammed Mustafa’nın en sevdiği ciğerpârelerini katletmededir...
Sonra, dalından kopan kuru bir yaprak gibi atının sırtından yere düştü. Her yanı oklarla delik deşikti. Ak gömleği beyazlığını yitirmiş, kan kırmızı olmuştu.
İmam Hüseyin, son kez yutkundu ve bekledi.
Hüseynî çadırlarda bu sahneyi uzaktan seyreden İmam Hasan’ın en küçük ve geride kalan yegâne oğlu Abdullah, yerinden fırlayarak amcasına doğru koşmaya başladı. Zeynep onun tehlikeye doğru koşmakta olduğunu görünce arkasından harekete geçti. Ancak yetişmesi imkânsızdı. Taze gonca, amcasının aşkıyla öyle koşuyordu ki, düşmanı ve tehlikeyi hiç düşünmüyordu bile.
-Yemin ederim ki, kimse beni amcamdan ayıramaz. Sonum ölüm de olsa amcama son kez sarılıp öpmedikçe geri dönmeyeceğim!
Bu feryatlarla amcasına yetişti Hz. Abdullah. İmam Hüseyin, kardeşi İmam Hasan’ın son yadigârını bir anda kucağında bulunca yerinden doğrulmaya çalıştı. Yaralı haliyle o da son kez kardeş yadigârını öpmek, koklamak istiyordu.
Ancak zalimler bu anı fırsat bilerek çoktan harekete geçmişlerdi bile. Ebhar b. Kâb adlı Kûfeli bir melun, atını onlara doğru sürerek kılıcıyla İmam Hüseyin’e bir darbe daha indirdi. Abdullah, amcasına uzanan bu darbenin önünü almak için kolunu uzattı. Ancak minik el, bu darbe karşısında dayanamamıştı. Artık Abdullah’ın da kolu yoktu. Aldığı yaranın acısıyla feryat etti:
-Ah… Ey babam Hasan! Ya Amcam Hüseyin!..
İmam, kesik kollu Abdullah’ı yaralı bağrına basarak teselli vermeye çalıştı:
-Ey yeğenim! Çektiğin bu işkenceler karşısında sabret. Zira sen de yakında babana ve ceddine kavuşacaksın!
Çok geçmeden Harmile b. Kâmil tarafından atılan bir ok Abdullah’ın cansız bedeninde noktalanmış, minik yavru amcasının kucağında can vermişti.
İmam, yeğeninin cansız bedenini göğsüne çekerek Allah’a seslendi:
-Allah’ım! Yerde ve gökte varolan nimet ve bereketini bu halktan uzak et!..
Zülcenah, üzerindeki okların ve mızrakların ağırlığıyla gitgide çöküyordu. Başını yavaşça gökyüzüne kaldırıp uzunca kişnedi. Yanık sesi neredeyse tüm Kerbela’yı sarmıştı. Yaralarından akan kanlar, güneş ışığının altında parıl parıl parlarken o etine işleyen acıları, bedenindeki kızıllığı hissetmiyor, görmüyordu adeta. Bir ara gözü yerde baygın yatan sahibine ilişti. Birkaç dakika öncesine kadar cesareti, hareketi ve sözleriyle herkesi kendine hayran kılan İmam Hüseyin, toprağı bağrına basmış, kızgın çöl kumları üzerine öylece uzanmıştı. Susuzluk içini yakıp kavuruyordu. Fırat ise adeta ona inat, her zamanki coşkunluğu ve ahenkli akışıyla gözlerinin önünde bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu.
Yaralı at, boş meydanda kendi etrafında dönüyordu. Birkaç kez başını sağa sola sallayıp İmam Hüseyin’e yaklaştı. İmam, kızıl kanlar içinde yerde yatıyordu. Taşların eridiği bu manzara karşısında Zülcenah, gözyaşlarını tutamıyordu. Sahibinin yanı başına diz çöktü. Bedeninden akan kanlara yüzünü sürdü. Bir müddet öylece bekledi.
Düştü Hüseyin atından bu gün sahrayı Kerbela’ya,
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiya’ya…
Gerilerden bu manzarayı seyreden düşman erlerinden biri, yaralı olmasına rağmen Zülcenah’ın güzelliğini fark etmiş olacak ki, heyecanla arkadaşlarına seslendi:
-Şu ata bakın hele, peygamber atı olsa gerek!
Atlılar sahipsiz Zülcenah’ı başıboş görünce hemen meydana atılmış, etrafında halka oluşturmuşlardı. Acımasız düşman ordusu yaralı atı da ganimetleri arasına alabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyordu.
Oysa ki Zülcenah oldukça öfkeliydi. Sahibinin başucundan kalkarak etrafında daire çizen kalabalığa doğru hücum etti. Onca insan yığını arasında İmam Hüseyin’in feryadına ondan başka cevap veren yoktu. Şaha kalkıp ön ayaklarıyla karşısına çıkanları geri tepiyor, bazen de çifte atıp arkadan yaklaşmaya çalışanları ağır yaralıyordu.
İmam Hüseyin, yorgun gözlerini yavaşça aralayıp Zülcenah’a baktı. Bir at ki, azgın kurtlar onu yere serebilmek için var güçleriyle pençelerini savuruyor, ancak bunda başarılı olamıyorlardı.
Rey ve Gorgan valiliği için dünyasını ahiretine tercih eden Ömer b. Sâd, askerlerini muhatap alarak seslendi:
-Atı kendi haline bırakın!
Bu emri işiten atlılar çarçabuk atın etrafından uzaklaştılar. Yaralı at, masumane bakışlarıyla etrafını süzüyordu şimdi. Yorgun adımlarla efendisinin yanına tekrar geri döndü. Yanına vardığında diz çöküp efendisini seyre koyuldu. Hüseyin, yere düşen bir yıldız gibiydi. Kerbela’nın kızgın topraklarıyla sarmaş dolaş yatarken bütün vücudu zerre zerre acı çekiyordu. Göz kapaklarını zor hareket ettirebiliyor, etrafını güçlükle seyredebiliyordu. Yaralarından boşalan kanlar neredeyse tükenmek üzereydi. Rengi gitgide soluyor, yaprak gibi sararıyordu. Kanla dolan gözlerini yavaş yavaş araladı. Düşman ordusu susmuş, sesler kesilmişti. İçlerinden biri, İmam’ı fark eder fark etmez arkadaşlarına seslendi:
-Yaşıyor, Hüseyin yaşıyor!.. dedi…
Ömer b. Sâd, bir an evvel zaferin meyvelerini yemek, Rey ve Gorgan valiliğini ele almak istiyordu. Askerlerinin ganimet toplamakla meşgul olduğunu görünce öfkeyle bağırdı:
-Askerlerim! Şimdi ganimetin sırası mı? Bir an önce Hüseyin’in başını getirin bana!
İmam’ın yanına yaklaşma cesaretini gösteremeyen erler, etraftan taş ve sopa toplayarak İmam’ı taşlamaya başladılar. Üzerine gelen taşlardan ve sopalardan kurtulmak, yorgun bedenini düşmana karşı savunmak isteyen İmam, bu amaçla yerinden doğrulmaya çalıştı ancak, bedenini yerden kaldıracak kadar güç bulamadı kendinde. Bu mazlumiyetine dayanamayıp feryat etmeye başladı:
-Ey Dedem Muhammed Mustafa! Ah ey babacığım, Ya İmam Ali! Ya kardeşim Hasan! Ya Amcam Hamza! Ey kimsesizlik, ey dostların azlığı! Mazlum olarak katlediliyorum; ceddimin Muhammed Mustafa olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Babamın Aliy’el-Murtaza olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Beni yalnız bırakıyorlar; anamın Fatıma Zehra olduğunu bildikleri halde bunu nasıl yapabiliyorlar?
İmam, bu sözlerini tamamladıktan sonra baygınlık geçirdi ve yere uzandı. Bir süre baygın kaldı. Bu fırsatı ganimet bilen Malik b. Bisr el-Kindî adlı bir melun öne çıkarak İmam’ın üzerine doğru at koşturdu. Yanına yaklaştığında çirkin sözler söyledi ve kınından çıkardığı kılıcıyla başına büyük bir darbe indirdi. Başındaki sarık az da olsa başına inen darbeyi hafifletmişti ancak, yine de yara almasına mani olamamıştı. İmam, aldığı darbenin etkisiyle ayılmış, zor da olsa gözlerini aralayarak karşısındaki düşmanını görebilmişti. Başından ak sakallarına doğru süzülen kanları silmeye çalışırken bir yandan da Malik’e seslendi:
-Allah’tan dilerim ki bundan böyle bana vurduğun elinle yemek yiyemeyesin, su içemeyesin; ey melun, Allah seni zalimlerle haşretsin!
O sırada Şimr de hızını alamayarak öfkeyle askerlerine çıkıştı:
-Ne yaptığınızı sanıyorsunuz ey melunlar! Oyalanmayı bırakın da bir an önce bitirin şu adamın işini!
Bu söz üzerine Kûfeliler harekete geçtiler. Şimr’in emrine karşılık veren ilk melun Zür’at b. Şerik idi. Kılıcını şahlandırıp Hüseyin’in yanına koştu. Var gücüyle İmam’ın omzuna bir darbe indirdi. İmam onca yarasına rağmen olanca gücüyle Zür’at’in darbesine karşılık verdi. İmam’ın beklenmedik saldırısıyla karşı karşıya kalan Zür’at, aldığı yarayla oracıkta öldü.
-Allah’ım, yolundan sapıtmışların gazabından sana sığınırım!
İmam Hüseyin, Zür’at’i öldürdükten sonra böyle yakardı rabbine. O, gücünün son haddine, kanının son damlasına kadar Yezidîlerle çarpışmayı ahdetmiş bir savaşçı idi ve ancak Allah’ın dilediği saatte can verecekti. Bedeni yaralarla adeta iç içeyken dahi savaşma gücünü kendinde bulabilmiş, zor da olsa düşmanının saldırısına karşılık verebilmişti. Ne var ki düşman, bitmek tükenmek bilmiyordu. Her gidenin ardından bir yenisi daha geliyor, her yaranın ardından bir yara daha alıyordu.
Şimr, yine askerlerine seslendi:
-Ateş getirin, Hüseyin’in çadırlarını içindekilerle birlikte yakalım!
İmam, Şimr’e dönerek cevap verdi:
-Ehl-i Beyt’imi ateşe vermek için ateş mi istiyorsun? Allah da seni nefsinin ateşi ile yaksın!
O sırada Kûfeli melunlardan kırk kişilik bir grup meydana atılıp İmam’ın etrafında halka oluşturdu. Hüsayn b. Nümeyr, İmam’ın mübarek dudaklarına bir ok sapladı; Ebu Eyyub Ganevî, mızrakla göğsünün yukarısını yaraladı; Nasr b. Hurşe ve Amr b. Halife el-Câfî kılıçlarıyla İmam’ı ensesinden yaraladılar. Salih b. Vahab da mızrakla darbe indirince İmam tekrar yere düştü ve yerinden kalkamadı. Sinan b. Uns, yanına varıp başını elleri arasına aldı. Mızrağa bağladığı bir halka ile İmam’ın başını sıkıştırdı, sonra da mızrakla göğsünde derin bir yara açtı. Ardından torbasından bir ok çıkarıp yakın mesafeden İmam’ın karın boşluğunu nişan aldı. İmam, düştüğü yerden elini karnına götürüp oku çıkarmaya çalıştı. Onca yaradan sonra oku çıkaracak gücü kalmamıştı. Çıkarmaya çalışırken okun dışarıda kalan kısmı kırıldı.
O sırada Ömer b. Sâd, askerlerine sesleniyordu:
-Bırakın oyalanmayı da bir an evvel başını getirin bana!
Emri duyan askerlerden öne çıkan ilk kişi Şebs b. Rubî idi. Şebs, kılıcını eline alarak kendinden emin bir şekilde İmam Hüseyin’e doğru yürümeye başladı. Hüseyin’in karşısına çıkan her Kûfeli gibi, o da efendisi Ubeydullah b. Ziyad ve Yezid tarafından ödüllendirilmek istiyordu. Ancak, diğer taraftan İmam’ın Peygamber’e olan yakınlığı ve manevi gücü onu korkutuyordu. Bunları düşünürken ansızın yerde yatan İmam Hüseyin ile göz göze geldi. İmam’ın kızgın bakışları şimşek gibi bedenine işlemişti sanki. Bir anda bedeni titremeye başladı. Kendisine hakim olamıyordu. Az önce öfkeyle havaya kaldırdığı kılıcı elinden sıyrılarak yere düştü. Olanları uzaktan seyredenler de bu duruma bir anlam verememişlerdi. Birkaç dakika sonra kendine gelen Şebs, kılıcını bile almadan hızla oradan uzaklaştı. Bazıları onun bu haline gülerken, bazıları da oldukça kızmışlardı. Çirkin, kısa endamlı ve oldukça haşin biri olan Sinan b. Uns, Şebs’i o halde görünce yanına yaklaşarak öfkeyle çıkıştı:
-Nesli kesilesice herif! Savunmasız ve zayıf bir insanı öldüremeden nasıl geri dönersin? Niçin korktun?
Şebs, henüz korkusunu yenmiş değildi. Soluk soluğa cevap verdi:
-Onunla göz göze gelinceye dek her şey yolundaydı. Karşı karşıya geldiğimizde bedenimi bir anda korku sardı, gücüm azaldı, nefesim kesildi. Ölecek gibi oldum. Bakışlarında Resul-u Ekrem’i görür gibiydim. Öfkeyle bana bakıyordu. Anladım ki, onu öldürmek bana göre bir iş değilmiş!
Sinan, Şebs’i küçümsercesine büyük bir kahkaha attı. Kılıcını çıkarıp Şebs’e seslendi:
-Ey Şebs, şu kılıca iyice bak; Hüseyin’in başını ancak bu kılıç keser ve o da ancak benim elimde çalışır!
Sözünü tamamladıktan sonra atını koşturarak İmam’ın yanına vardı. Henüz atından inmemişti ki, o da önceki melun gibi tir tir titremeye başladı. Kılıcı elinde olmadan yere düştü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Ayaklarıyla atını tartaklayarak hemen oradan kaçtı.
Bu kez de Şimr melunu Sinan’ın karşısına çıkarak onu azarladı:
-Az önce Şebs’e kızan sen değil miydin?
-Evet, kızmıştım.
-O halde sen neden öldürmedin? Yaralı ve çaresiz bir insandan korkup kaçmayı nasıl kendinize yakıştırabiliyorsunuz?
Sinan, soluk soluğa cevap verdi:
-Şebs’e hak veriyorum şimdi. Gerçekten de onu öldürmek kolay değil. Bakışlarında babası İmam Ali’nin hışmını ve şiddetini gördüm, dayanamayıp kaçtım.
Ömer b. Sâd askerlerinin korkaklığını gördükçe küplere biniyordu. Öfkesinden ne yapacağını, askerlerine ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Yine Rey ve Gorgan valiliği gelmişti aklına: Yemyeşil bir tabiat, bol sulu ve mahsullü araziler ve zengin insanlar... Bunları düşündükçe sevinçten çıldırıyordu adeta. Nihayet beklediği zafer anı gelip çatmış, kendisini vali olduğuna dair iyice inandırmıştı. Ne var ki, vali olabilmesi için İmam’ın başının mutlaka kesilmesi gerekiyordu. Başka çaresi yoktu. Efendisi Yezid öyle emretmişti çünkü. Ordusunun önüne geçerek öfkeyle bağırdı:
-İçinizde korkak olmadığını ispatlayacak kimse yok mu? Yaralı ve zayıf bir insanı öldürmek nasıl sizi korkutabiliyor, şaşıyorum doğrusu!
Askerleri galeyana getiren bu sözlerin ardından Havlâ b. Yezid Asbahî atıldı meydana. Havla, yüksek sesle Ömer’e seslendi:
-Ey emir! Artık bu işi olmuş bil, Hüseyin’in başı az sonra elinde olacak!
Ömer b. Sâd gülümseyerek cevap verdi:
-Haydi bakalım, göreyim seni!
Havlâ, İmam Hüseyin ile karşı karşıya geldiğinde öncekiler gibi, o da korkmaya başladı. Tüm bedeni korkudan titriyordu. Kılıcını atıp hemen oradan uzaklaştı.
Çatık kaşı, örtülü siması ve gaddarlığıyla meşhur Şimr, o melunun da önüne geçerek şiddetle azarladı:
-Korkak adamlar! Zaten bu işi benden başka kimsenin yapabileceğine inanmıyordum. Şimdi görün bakalım!
Daha sonra yavaş adımlarla atına doğru yaklaştı. Kılıcını çıkarıp eline aldı. Sonra atına binerek İmam’ın yanına vardı. Öfkeyle karşısına geçip bir müddet bekledi. Gitgide solmakta olan İmam’ın başını yerden kaldırmasını bekliyordu.
Nihayet İmam da gözlerini açmıştı. Başını kaldırıp karşısında duran kimseyi iyice süzdü. Yüzü örtülüydü. Zaten gözlerine dolan kanlar nedeniyle de insanları seçmede oldukça zorlanıyordu.
Şimr, İmam’ın düşmanlarını dehşete düşüren haşin bakışlarına hedef olmadan bir çırpıda üzerine çullandı. Ayaklarını iki tarafa salıp ensesine oturdu. Sonra da öfkeyle seslendi:
-Ben az önceki korkaklara benzemem; seni öldürmek, benim için bir şeref olacak!
İmam yerinden doğrulamayacak kadar takatsizdi. Sırtında oturan Şimr melununu muhatap alarak konuşmaya başladı:
-Ey yabancı! Oturduğun yerin Resulullah’ın bûsegâhı olduğunu biliyor musun? Yumruğunla bastırdığın boynumu, Resulullah defalarca öpmüştür!
-Beni tanımıyorsun galiba?
-Kimsin sen?
-Bana Zülcevşen oğlu Şimr derler.
-Peki, sen beni tanıyor musun?
-Çok iyi tanıyorum: Sen Murtaza Ali oğlu Hüseyin’sin; annen Fatıma Zehra, ceddin Muhammed Mustafa, ninen de Hatice’dir.
-O halde vay haline! Beni bu denli tanıdığın halde nasıl öldürmeyi düşünebiliyorsun?
-Muaviye oğlu Yezid’in vereceği hediyeler için!
-Senin katında ceddim Muhammed Mustafa’nın şefaati mi daha değerlidir, Yezid’in hediyeleri mi?
-Bilesin ki, benim yanımda Yezid’in hediyeleri, ceddin Muhammed’in şefaatinden daha değerlidir!
-Madem beni katledeceksin, bir içimlik su ver öyleyse!
-Yemin ederim ki, ölümü tatmadıkça su içemeyeceksin! Hem siz iddia etmiyor musunuz; “Babam İmam Ali Kevser Havuzu’nun sahibidir, onu seven Kevser Havuzu’ndan su içer” diye? O halde sen de sabret, pek yakında babanın elinden su içersin!
-Sabrederim, ancak ölmeden önce yüzünü göster bana.
Şimr, İmam’ın üzerinden kalkıp karşısına geçti, elini yavaşça suratına götürdü. Çatık kaşlarını, keskin gözlerini İmam’ın kızıl simasında sabitleştirip öfkeli bir edayla yüzündeki örtüyü açtı. Saçları domuz kılı kadar dik ve sertti. Suratı ise adeta bir köpek suratını andırıyordu. Bu çirkin simayı gören İmam, yüzünü gökyüzüne çevirerek cevap verdi:
-Ceddim Resulullah doğru söylemiş!
-Ne söylemiş ceddin benim hakkımda?
-Resulullah, babama “Oğlun Hüseyin’i domuz saçlı, köpek suratlı biri katledecek!” diye haber vermişti.
Şimr, bu cevaba oldukça öfkelenmişti. Aynı edayla cevap verdi:
-Yemin ederim ki, ceddin Resulullah beni köpeğe benzettiği için başını bedeninden ayırtacağım!
Bunun üzerine İmam ikinci kez Şimr’i uyardı:
-Madem beni şehit etmeyi aklına koymuşsun, o halde uyarayım seni; yemin ederim ki, beni öldürdükten sonra çok az bir süre yaşayacaksınız. Bu sözü babam, ceddim Resulullah’tan nakletmiştir!
Şimr, İmam’ın sırtına çıkıp on iki darbeyle mübarek başını bedeninden ayırdı. Merhamet duygusundan yoksun, zinadan türemiş bu soysuz, Yezid’in vereceği hediyelerin hayaliyle işlemişti bu cinayeti. Kesik başı eline alırken sevinçten neredeyse çılgına dönmüştü:
-Şahit olun, herkes şahit olsun, hepiniz gördünüz; Hüseyin’in başını ben kestim, onu ben öldürdüm! Müminlerin emiri Yezid’e bunları anlatın.
Arkadaşlarına seslendikten sonra yerden bulduğu bir mızrağa İmam’ın mübarek başını geçirerek havaya kaldırdı. Kesik başı sevinç çığlıklarıyla bir sağa, bir sola sallarken onunla birlikte Kûfeliler de bağırıyor, Ömer b. Sâd’a müjde veriyorlardı:
-Müjdeler olsun ey emir, işte Şimr ve işte Hüseyin’in başı!..
-Allah-u ekber, Allah-u ekber, Allah-u ekber!
-Müminlerin emiri Yezid’e hediyemiz olsun!
Oysa ki, geride kalan başsız beden hâla can çekişiyor, yerde kıvranıyordu. Peygamber yadigârı İmam Hüseyin, Yezid’e karşı geldiği için kâfirlikle itham edilmiş; anasının, babasının, dedesinin, ninesinin ve kardeşinin onunla olan kan bağları göz ardı edilmiş; Resulullah’ın emaneti ayaklar altına alınmıştı. Yezid gibi bir zina zadeyi “müminlerin emiri” diye anan bu halk, İmam’ın katledilişini, bir kâfirin ortadan kalkması manasına getirerek ardından “Allah-u Ekber” nidalarıya sevinçlerini dile getirmişti. Onlar zahirde seviniyorlardı ama, Ehl-i Beyt’in ağzından kesinlikle yalan çıkmadığına da imanları vardı. İmam’ın “Benden sonra çok az bir süre yaşayacaksınız” sözü, onların kulaklarında yankılanıyor; akıbetlerinin nasıl olacağı, yakın gelecekte başlarına ne geleceği korkusu hepsini tasalandırıyordu.
Güneşin batmak üzere olduğu gurup vaktinde bedenin sakinleşmesiyle birlikte gökyüzü kızıllaşmaya, tufanlar esmeye, yer sarsılmaya başlamıştı. Çadırlardan ganimet toplama hevesine kapılan Kûfeliler, bir an için kıyametin koptuğunu sanmışlar, korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Sanki Nuh tufanı kopuyordu. Ne var ki Allah, bu küstahlıklarını cevapsız bırakmamış, ikinci bir belayla onları cezalandırmıştı.
Şimdi de Kûfeliler böyle bir belayla karşı karşıya geldiklerine inanıyorlardı. İçlerinden gizli gizli tövbe edenler bile vardı:
-Allah'ım, bizi bağışla!
-Peygamberinin ciğerparesini öldürmek istemedik, Yezid'in emrine uyduk, bizi o bu yola sürükledi.
İçlerinden bir grup da İmam’a ve ailesine karşı kılıç kaldırmadığını öne sürüyor, Hakkın dergâhında bu bahaneyle teselli arıyordu:
-Allah'ım, sen de biliyorsun ki ben İmam Hüseyin'e karşı kılıç kaldırmadım; onlara karşı benden bir zarar gelsin istemedim. Ancak Muaviye oğlu Yezid bizleri korkutmadaydı. Savaştan kaçanları öldürtüyordu. Ne geriye kaçmamız mümkündü, ne de savaşmamız. Kılıçlarımızı kınlarından çıkarmadık ve Peygamber evladına bir zarar vermedik. O halde bağışla bizleri!
Oysa, ölümün gölgesini üzerlerinde hisseden Kûfeli melunlar, tufanın durması, gökyüzünün susmasıyla az önceki pişmanlıklarını unutup tekrar çadırlarına saldırmaya başladılar.
On binlerce düşmanın saldırısına maruz kalan çadırlar, artık savunmasızdı. Henüz İmam’ın şehadetinden haberleri olmayan küçük yavrular bir anda üzerlerine doğru at koşturan kalabalığa bir anlam verememişlerdi. Babalarını, amcalarını, dayılarını ve tüm yakınlarını kaybeden minik yavrular, vahşi kurtlar gibi üzerlerine saldıran Kûfeli melunların ellerinden kurtulabilmek için sağa-sola kaçışıyorlar; kâh feryat ediyorlar, kâh ağlıyorlardı. Düşman ordusu ellerine geçirdikleri minik yavruları acımasızca kırbaçtan geçirip zincirlere bağlarken kaçmaya çalışanlar gözyaşlarıyla efendileri İmam Hüseyin'e sesleniyorlardı:
-Ya Hüseyin yetiş, bizi dövüyorlar!
Ne var ki, Hüseynîler artık hayatta değillerdi. Onlar, savaşmak için meydana atıldıklarında eşlerine ve çocuklarına yapılacak bu zulümlerden haberdarlardı. Ancak, bu yolu kat etmek için can vermekten başka çareleri de yoktu. Artık geriye dönüşün olmadığı Kerbela Sahrası'nda Hüseynîlere karşı konuşan kılıçlar susmuş; yerini kadınlara, çocuklara ve hastalara karşı konuşan acımasız kırbaçlar almıştı. İçler acısı bu manzaralar karşısında vicdanlar eriyip suya dönüşürken vicdandan yoksun Yezîdilerse avazları çıktığı kadar sevinç naraları atıyor; kesik elleri, kesik başları mızraklarının ucuna takarak lime lime edilmiş Hüseynîlerin bedenleri üzerinde at koşturuyorlardı.
Yanan çadırların az ilerisinde bir araya toplanıp gözyaşları döken elleri ve ayakları zincirlere bağlanmış birkaç Ehl-i Beyt hatunu arasında bir kadın daha vardı ki ellerini gökyüzüne kaldırmış Hakk-Muhammed-Ali diye haykırıyordu…
Zeynep!..
Bir kadın ki, göğsünde İmam Ali'nin ruhunu taşıyordu; Kerbela faciasının ardından da Eyyüb'ün sabır elbisesini kuşanmıştı. Düşmanın karşısında vakarla yürüyordu. Hüzünlüydü, yüreği paramparçaydı, ama vakarla yürüyordu; az önce Yezidilere karşı at koşturup kılıç savuran fedailerin cansız bedenlerinin arasından geçip kardeşinin başsız bedeninin yanına gelinceye kadar... İnci inci gözyaşlarına mani olamamıştı ister istemez. Elinin tersiyle gözyaşlarını silip tekrar ilahi dergâha ellerini kaldırdı:
-Ey Muhammed Mustafa! Melekler sana haber göndersin. İşte bu, İmam Hüseyin'dir; al kanlara bulanmış, bedeni paramparça edilmiş Hüseyin. Torunların esir edilmişlerdir. Şikâyetimizi ol Allah’adır. Şikayetimiz Muhammed Mustafa'yadır, İmam Aliy-el Murtaza’yadır.
Ey dedem Muhammed Mustafa! Bad-ı Saba'nın serin yeliyle üzeri kumla örtülen şu cansız bedenin sahibi, senin biricik Hüseyin'indir.
Ey Yezid! Ne yazık! Ne yazık ki bugün, Peygamberin göz nurunu katlettin.
Zeynep ceddi Resul-u Ekrem'e ve yegâne yaratıcısına şikâyet elini açmışken kardeşi İmam Hüseyin'in başsız bedenine bakıp sessiz sesiz ağlıyordu. Gözyaşlarına hakim olamıyordu ama, feryat etmemek için de kendini oldukça zorluyordu. Kardeşinin cansız bedenini son kez ellerine bağrına bastı. İmam Hüseyi’nin cansız bedeninden ılgıt ılgıt kanlar, Kerbela’nın kumlarına akıyordu.
O sırada gözleri kesik başlara ilişti. Mızrak uçlarına geçirilmiş kesik başlar!.. Her biri bir nur gibi ışık tutuyordu Kerbela'ya. Özgürlüğü, zulme köle olmamayı, zillete boyun eğmemeyi haykırıyordu bu başlar. Zalimlerin zafer coşkusuyla havalandırdıkları kesik başları gören Zeynep, yüksek sesle bağırdı:
-Mızrağa geçirdiğiniz başın sahibi kimdir, siz bilmiyor musunuz? O, cennetteki gençlerin efendisidir. Babam İmam Ali’ye ant olsun ki, kardeşim Hüseyin asla ölmeyecek.
Vahşi kurtların saldırısından kurtulabilen İmam Zeynel Abidin’de oradaydı. Hasta haliyle zor da olsa halası Zeynep'i bulabilmişti. O da halasının feryadına karşılık verdi:
-Halam Zeynep! Babam Hüseyin’in başı nerededir?
İmam Zeynel Abidin babası İmam Hüseyin’in cansız bedenine öyle bir sarıldı ki, Yezid’in tüm askerleri bir araya gelse onları birbirinden ayırtamazdı. Zeynep yeğeninin göz yaşlarını elleriyle sildi ve ağlayarak konuşmaya başladı.
-Ey kardeşimin oğlu, pek yakında Kûfe'ye götürecekler bizi.
-Ey halacığım, Kûfe'ye esir olarak mı ayak basacağız?
-Hayır, biz değil onlar nefislerinin esirleridirler.
-Peki ellerimize ve ayaklarımıza bağladıkları bu zincirler ne olacak?
-Hakk-Muhammed-Ali’de onları zincirlere bağlasın!….
Sinan BOZTEPE
HZ. ALİ’NİN YAŞAMI
İlim şehri, Velayet ve imametin başı, keremler sahibi fütüvvet ehli Hz. İmam Ali, 598 yılında Mekke de doğdu.Annesi onu Kabe’de doğurmuştur. Bu tür doğum Esat kızı Fatma’nın sevgili oğlu İmam Ali’den başkasına nasip olmamıştır. Allah bu bebeğin anne ve babasını böyle bir doğum ile mükafatlandırmıştı. Asil kökü torunlarından oluşan iki dal olarak Ebu talip ve Fatıma’ya böyle bir keramet nasip olmuştu.
Fatıma bu çocuğa babasının adıyla aynı manayı taşıyan ismi “Haydar” ismi olsun dedi. Ebu talip isim seçmede daha başarılı idi. Oğlunu, soyu gibi asil bir doğumla dünyaya geldiği için yüksek bir makamda görüyordu. Onun ismi Ali’dir dedi.
Hayatı boyunca zehirli dalgalarla mücadele eden, en korkunç olayları göğüsleyip götüren; yaratılanların en temizi, peygamberlerin en yücesi ile adım adım birlikte yaşayan ve Allah’ın dünyalıların hidayeti için aziz elçisine verdiği ağır ve çetin görevin bir kısmını omuzlarında taşıyan bir adamın hayatı böylece başlamış oldu.
Hz. Ali, Hz. peygamberin (a.s.) amcasının oğludur. Hz. Resul-u Ekrem birbiri ardına babasını, annesini ve dedesi Abd-ül Muttalib’i kaybettiği için, çocukluk ve gençlik devrini amcası Ebu Talib’in evinde geçirmiştir. Bundan dolayı Hz. Resulullah hem amcası Ebu Talib’i ve hem de yengesi Hz. Fatıma’yı çok severdi.
Ebu Talib’in dört oğlu vardı. Bunların hepsi amcaoğlu olan Resulullah’ı çok severlerdi. Bilhassa en küçükleri olan, Hz. Ali ile Hz. Peygamber arasında büyük bir sevgi bağı vardı.
O tarihte Hz. Resulullah peygamberliğini ilan etmemişti. Lakin, bir çok zamanını ilim ve fazilet sahibi insanlar arasında geçirdiği için, onlardan pek çok şeyler öğreniyor ve bunu da Hz. Ali’ye öğretiyordu.
Hz. Ali’nin babası Ebu Talib ticaretle meşgul oluyordu. Böylece seneler geçmiş, Ebu Talib iyice yaşlanmıştı. O sıralarda Hicaz’da büyük bir kıtlık başlamıştı. Mekke’nin birçok tüccarları zor durumda kalmıştı. Bunların arasında, Ebu Talib’de vardı. O tarihte Hz. Peygamber (a.s.) yirmi beş yaşına girmişti ve Hz. Hatice ile evlenmişti. Hz. Hatice çok zengindi. Hz. Peygamber (a.s.) refaha kavuşunca yoksullaşan amcası Ebu Talib’in yükünü hafifletmek için Hz. Ali’yi yanına aldı.
Hz. Ali henüz on iki yaşlarındaydı. Son derece zeki ve ağırbaşlı idi. Aynı zamanda şekli ve şemali de gayet güzeldi. Kendi akranı olan çocuklarda bulunmayacak derecede kuvvete malikti. Hz. Peygamber; Hz. Ali’yi eve getirdiğinde Hz. Hatice son derece sevindi ve onu kendi evladından ayırmayacağına ahdetti. Dünyadan göçene kadarda bu ahdine sadık kaldı.
Hz. Ali ömrünün tamamını, kemal ve faziletin en büyük timsalini izleyerek geçirdi. Çocukluğunda fedakar bir akraba, gençliğinde vefalı bir arkadaştı. Daima Hz. Peygamber’i izledi. Onun konuşmalarına ve davranışlarına gönül vermişti. Bu dönemde ve ondan sonra, hayatının çeşitli aşamalarında her zaman ahlak ve davranışlarında kemalin, olgunluğun en son sınırına erişti. Ömrünün bir kısmı geride kalıp, yol göstericisi dünyadan göçüp gittikten sonra, Hz. Ali yaşamayı ve yaşamın koşullarını ondan en iyi öğrenen tek insan olarak hep onun yolunda yürümüş, ömrünün sonuna kadar en ufak bir sapma göstermeden devam etmiştir.
Hz. Muhammed, yüksek dağın göğsünde saklı mağarayı kendine ev edinmiş, Kureyş’in cahilliklerinden uzaklaşıyor, eşsiz ve tek olan Allah’a ibadet etmek için bu evine çekiliyordu. Hz. Ali doğduğu günden beri kendisi ile bir çatı altında yaşayan Hz. Muhammed’i bir gölge gibi takip etmişti. İslamiyet’in ilanından evvel yalnız en yakın bir hısım ve akraba olarak bağlı bulunduğu Resulullah efendimize, İslamiyet’in ilanından sonra onun ilahi vazifesine inanmış ve iman getirmiştir.
Ali, son derece zeki ve keskin bir anlayış kudretine malikti. Onun için derhal vaziyetini idrak etmiş; Hz. Peygambere mutlak surette bağlanmıştı. Hz. Ali bizzat şöyle söylüyor; “Bir gün, Resul-ü Ekrem’le beraber Kabe’ye gittik. Oradaki putları kırmaya karar vermiştik. Bunun üzerine benim kendi omuzlarına çıkmamı emretti. Onun emrini yerine getirdim. Omuzlarına binerek yükseldim. O putu ittim. Put yere yuvarlandı ve derhal parçalandı.”
Hz. Ali’nin ahlakının temizliği, mertliği ve fazileti ile asabı kiram arasından seçiliyordu. Hz. Ali küçük yaşından itibaren dinin ve aklın kabul etmediği her şeyden çekinmiş, bütün hayatında bir defa bile yalan söylememişti. Hiç kimsenin malına göz koymamış, hiç kimsenin emanetine ihanet etmemişti. Hatta Hz. Peygamber’in hicretinde başkaları tarafından kendisine verilen emanetleri, Hz. Ali’ye bırakmış, O’da emanetleri birere birer sahiplerine teslim etmişti.
Cömertlerin cömerdi olan Hz. Ali, yoksul bir hayat yaşadı. Asla dünya malına itibar etmedi. Yoksulluğuna rağmen bir ekmeği olsa onu yoksullarla paylaşırdı. Hz. Ali bütün hayatı boyunca hak ve adaletten ayrılmadı. O, alim, yazar, faziletli, dürüst, namuslu bir insandı.
İmam Ali’nin ömrü zalimler ve hilekarlarla uğraşmakla ve en sonunda kendini bu yolda, bu uğurda feda etmekle geçti. O Allah yolunda hiç ayrılmadı. Dört yıl dokuz ay yaşadığı halifelik döneminde, Beyt-ül mal denilen devlet hazinesine el uzatmadı. Giydiği hırka ve yediği arpa ekmeğiyle hurma idi. Hatta bir gün kölesiyle çarşıya gidip iki gömlek aldı, iyisini kölesine verdi, kötüsünü kendisi giydi.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in kızı Fatıma ile evlenirken Peygamber: “Ya Ali evlenmek için bir şeyin var mıdır?” diye sordu. Hz Ali cevap verdi; “Ya Resulullah, annem ve babam sana feda olsun, siz durumumu daha iyi biliyorsunuz, bütün servetim, bir kılıç, bir zırh ve bir deveden ibarettir.” dedi.
Hz Ali Hz Fatıma ile evlendi. Bu evlilikten ikisi kız, üçü erkek toplam beş çocukları oldu.
Erkekler : İmam Hasan, İmam Hüseyin, İmam Muhsin.
Kızlar : Zeynep, Ümmügülsüm.
Hz Ali 661 yılında 63 Yaşında kapısının önünde ibni mülcem tarafından şehit edilmiştir.
Mustafa ULUÇAM
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
|
KIRKLAR CEMİN’DE 12 HİZMET. SAHİPLERİ
1-MÜRŞİT, VE PİR: (soyları Hz. Muhammed’de Hz. Ali ve Hz. Fatma’ya dayanan bu seyyid soyu) Cedlerinden almış oldukları icazet ile Hazreti Muhammed’e ümmet, İmam’ı Aliye talip olan, can muhabbetine aşık-ten muhabbetine beşer diyen, Hak aşığı olan canları yüce ehlibeytin İslam’ını tanıtmak ve onların aydınlanmasını sağlamak; beşeriyet ve Batın bilgilerini öğretmek, kısaca insanı kâmil olmayı, Hak ile hak olmanın bu evrende öğrenileceğini, ölmeden evvel ölmenin bu evrende olunacağını onlara öğretmektir.
2-RAHBER: Yine. Hz. Ali'yi temsilen görev yapar. Yola giren canları aydınlatır. Bizler biliyoruz ki, Hak yoluna tabii olup biat etmeyen her can, şeriat kapısına mensuptur. İşte bu canlar yola girmek ve musahip olmak dileyen yol âşıklarını hazırlarlar. Görgüye girip onlara görgü anında da, Pirin hem yardımcılığını yapar, hem görülen musahip canların rehberliğini yürütür. Dört canın Şeriat kapısından çıkıp, tarikat makamına adım atışı yine rehberin öğretisiyle yapılır.
3-GÖZCÜ: Yolun öğretici ve uygulayıcısı Cabir-ül. Olmsafa’dır. Onu temsilen hizmet yapar. Gözcü rehberinde yardımcılığını yapar. Manası şudur ki: Hak yola giren canın evvela zahirde gözü açık olması gerek; sonra ise, batın gözü nün açık olup yola zarar vermemek vereni de yoldan düşkünlük sitemini Mürşidine veya pirine duyurması lazım gelir.
4-İBRİKTAR: Bu hizmetlimiz, Gulamı Kamberi temsilen hizmet yapar. Tarikat abdesti dediğimiz hizmeti,bir bacı ile birlikte yapar. Bir el leğeni, bir ibrik dolu su ve havlusu ile canların abdest almalarını sağlar. Anlamı ise şu: Ey can sen bedenini nasıl temizleyip pak olduysan, gönül evini ve aklını da pak eyle ki yüce tanrının huzurunda yüzün ak, gönlün pak olsun demektir.
5- PEYİK-PERVANE: Emri ayariyi temsilen hizmet yapar. Rehberinde yardımcısı durumundadır. Eskiden haberleşme ev ev gezilerek yapıldığı İçin, peyik tüm evleri gezer haber verirdi. Pervane denilmesi ise, dönerek semah eylemesinden ve herkesin elinde pervane gibi dönmesindendir. Yani aşk ile hizmet eden ve asla bir karşılık beklemeyen gönüllü dür.
6-KURBANCI - NİYAZCI: Alevi-İslam inancında ilk kurban Hz. İbrahim Halil-ur-rahman oğlu İsmail veya İshak’a, Tanrıdan bir bedel olarak verilmiş olduğundan ve yine asıl kurban, insanın ta kendisi olduğundan kendimize de bedel olarak; Hakka kurban adarız. Kurbancı bu kurbanları pirden tekbirletir. Tığlar ve yine ceme gelen lokmaları eşitçe pay eder, cem sonunda tüm canlara dağıtır.
7- SAKKACI: Hz. İmam Hüseyni Şehidi Kerbela’yı temsilen, cemlerde su dağıtma hizmetini yapar. (Bütün canlıları sudan yarattık.Enbiya 30) Secere-i Rıdvan dediğimiz ve Hz. Muhammed inde.biat aldığı, kutsal sayılan tarikle ve suyla alınan biattir. O su kutsal bilinip, erkandan sonra içilmiştir. (Allah her istediğine şifa verir. Hadis) Bu Ayet ve hadiste yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; suda diriltme iki türlüdür: 1- Sürekli ve devamlı diriltme. 2- Yer ile gök birbirinden ayrılmışlardır. Yer kıta olmuştur. O zaman kimyada “müvellid-ül-humuza (oksijen) dedikleri su maddesi kendisindeki hararetle var oluyor. Her canlının hayatı suya bağlıdır. Su can verendir. İşte yaratıcının sırrı da kudreti de burada dır. Ve yine, Hz. Ali nin şanına gelen insan Yasin Suresinde şöyle buyrulur; “Ve rableri onlara en temiz içeceklerden ikram edecek.” Diğer mana ise; Kerbelada Hz. Hüseyin’e reva görülen zalimane katliam ve susuzluk şahadetini anmak, bunu yapan zalim Emevi ve onların yandaşı olan ashap olduğu iddia edilen zalim güruhu lanetle anmaktır.
8-ÇERAĞCI: Cabir-ül Ensari'yi temsilen hizmet edilir. Bizler cemlerde bu çerağı: 1- zahiri. 2- Batıni anlamda yakarız. Zahir olarak,i ibadet yapılacak yerin aydınlık olmasıdır. Güneşte bir çerağ olduğu kabul edilir ise biliriz ki güneş olmasaydı yaşamda olmazdı. “Üzerinize yaydık yedi kat gök sapasağlam onda balkıyıp duran çerağ yarattık” ayetin buyurduğu güneş bir çerağdır. Çerağın aslı ise nur dur. Ve bu nur ısının, renklerin ana kaynağıdır. Bu renklerin tamamı 360 derece olup, tamamı bu ayette tanımlanmaktadır. Aynı zamanda İslamiyet bir nur olarak tanımlanır. Buna binaen üç çerağ yakılır: Biri yüce Allah'ın nuruna binaen, ikincisi Hazreti Muhammed'in Nübüvvetine binaen, üçüncüsü ise İmam ı Ali'nin Velayetine binaen. “Allah yerlerin, göklerin ışığıdır. Onun ışığı sanki bir hücredir de içinde bir aydınlatıcı vardır. Bu aydınlatıcı da bir kandil içindedir. Bu kandil parıl parıl parıldayan bir yıldız gibidir. Kutlu bir ağacın, zeytin ağacının yağıyla tutuşturulmuştur. Bu yağ ne doğununkidir, nede batınınkidir. Onun yağı bir ateş dokunmasa da hemen ışık verecek gibidir. Işık ışık üstüne. Allah dilediğini ışığına kavuşturur, insanlar için örnekler gösterir. Allah her nesneyi bilicidir.” “Bu ışık, Allah’ın yüksek tutulmasını, içlerinde adının da anılmasını buyurduğu evlerde yakılır. işte onların
İçinde erte akşam kendilerini arılayanlar (aklayanlar anlamındadır)
9-ZAKİR –AŞIK: Bu hizmetin pirleri evvela Zekeriya ve Davut (a.s) Hazretleridir. İslam da ise Bilal’ı Habeşi dir. İbadetleri “aşk ve cezbe olan biz Aleviler, hayatlarını tevhit, muhabbet ve Allah aşkı üzerine kurup, yaratanın uğruna şehit olanlara gözyaşı dökerler. Çünkü gerçek şehitler ölmezler. (ayet) Bizlerde cemlerimizde, Tevhit, Mersiye, Düvazdei imam okur, secde olur ve gözyaşı dökeriz. Çünkü biliriz ki gözyaşı gönlümüzün cilası ve abdestidir.
10- FARAŞ-SÜPÜRGECİ: Salmanı Piri Pak’ı temsilen hizmet ederler. Yüce tanrı buyurur: “Ey Muhammed! eğer insanlar gönüllerini pak eyleyip beni mihman ederlerse, gönül aynası pak olana bende Esmamı gösteririm. Ey benim sevgili Peygamberim! Söyle insanlara gönül evlerini alçak gönüllülük, aşıklık süpürgesiyle süpürsünler. Hırsı, niçini, nasılı, münafıklığı, iki yüzlü hainliği, çekememezliği, dedikoduyu, süpürüp atsınlar, gizli vesveselerden vazgeçsinler, sevgi sofrasını döşesinler. İlahi Aşk başlarına vursun, sabredip tevvekül etsinler ki:
Bismillahırrahmanırrahim’i ve “La ilahe illallah’ı gönül bohçalarına yazıp
Bana sunsunlar ki bende onların tövbelerini kabul edeyim.
11-MEYDAN’CI: Üzeymet’ül-ensariyi temsilen hizmet yapar.
Kırklar meydanına vardım,
Gel beri ey can dediler.
İzzet ile selam verdim
Gir işte meydan dediler.
Şimdi kendimize soralım: Hakkın huzuruna davette paklık olmazmı? Bu meydanda arı olmak, duru olmak ve Hakka öyle vasıl olmak gerektir. Bu meydan yeride temizliği emreden tüm ayet ve hadislere binaen meydancı temizler, pak eder ve gelen canlara cem olmalarına yardımcı olur. Cem ibadetinden sonra yine meydanı temizler, varsa eksiğini tamamlar,
Bir sonraki ceme hazır hale getirir.
12-PABUÇÇU-BEKÇİ: Abuzer Gıffari'yi temsilen hizmet eder. Tüm nebiler, gizli ibadeti makbul saymışlar ve yine din düşmanı olan kimseler tarafından, her hangi baskın dan haberdar edilip baskınlarda zarar görmemeleri için, kapıya konulan görevli candır. Kapıdaki ayakkabı ve diğer eşyalara sahip çıkıp kaybolmalarını önlemek için görevlendirilir.
KAYNAKLAR:
Ahzap s. 33.-46. -56. -57. -72- El maun suresi
Ali İmran.-81- 95-169- 170- . Enbiya 30. – 107- Araf 23.-53- 55-70.
Şura 23.- 25. Hicr – 28-29. Tahrim. 8.-28- 29 – 30- 31-
Bakara .3- 34-58- 164- 177-186-199 . Nisa .56- 153- 155-174.
Sad.18- 19- 71 -72- 73 -74- Hucurat 10- 14- Nur .35- 36-
Maide -35-55- 56- 57-89- Kafirun suresi-Saffat 1- 2- 3-
Enam -70. –Sebe -10- İsra -34- 57- El beled .10-17-
Nahl -91- 94- 123.Lokman 20.- ankebut-69- Alak-19-
Meariç 32- Müminin.8- Fatiha suresi. Furkan 64-
Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’den hadisler
Prf Cavit sunar Melamilik Bektaşilik yay. S.165-
Ahmed Rıfat efendi , mir-atül mekasid.s. 220-
Şah hatai eser ve düvaz imamları –seyyid nizamoğlu,
İmam Caferi sadık buyruğu. Ve Halil öz toprak tan alıntılarla
Derlenip hazırlanmıştır,
H. B VELİ GENEL MERKEZİ BAĞCILARCEM EVİ
DEDESİ VEYSEL KARA
ALEVİ İSLAM İNANCINDA KADININ YERİ
Kadına sevgi yakışır
Aydınlatır görür kadın
Emekçidir çok çalışır
Menziline varır kadın
Pirini özünde anar
Aşkın küresinde yanar
İnsanlığa ilham sunar
İkrarında durur kadın
Noksanlık var diyen ahmak
Bir kendine bir ona bak
Başı açık yalın ayak
Yar yolunda yürür kadın
Kâinatın binasıdır
Hakikatin manasıdır
FİGANİ’nin anasıdır
Cansıza can verir kadın
Çok sevgili canlar!
Güzel inancımızın güzel insanları! Cümlenizi aşkı muhabbetlerimle canı gönülden saygı ve sevgi ile selamlıyorum. Bizler iyi biliyoruz ki kadınımızın Alevi İslam inancında yeri çok büyük ve çok önemlidir. Alevi İslam inancında kadın erkek ayrımı yoktur. Bizim ibadetlerimizde, sohbetlerimizde, meclislerimizde ne vardır biliyor musunuz? Can vardır. Bu meclislerde kişi nefsini tamamen terk edip can olur. İnancımıza göre can olmak ne demektir? Can olmak demek ruh olmaktır. İnsan bedeni ise ten olarak tanımlanır ve o ruhun dışındaki elbisedir. Ruh bedenden çıkarsa ne olur; hayat biter, canlılık yok olur. Bu ruh ise Hakk katına giden cinsiyetsiz bir varlıktır. Hakk katında, onun huzurunda ruhlar vardır, işte bu ruh candır ve dolayısıyla da erkek kadın ayrımı yoktur. Bizler de ibadetlerimizde ölmeden evvel öldüğümüz için, tamamen nefsanî duyguları bıraktığımız için, hakkın huzurunda erenler divanında cinsiyet ayrımı olmaz, olamaz da. Herkes ibadette candır, nefsi olmayan ruhtur. Bizler ikrar verip de dünyaya geliyoruz; elest-i bezminde yani ruhlar alemindeyken kadın erkek ayrımı var mıydı? Hayır yoktu. İşte bu yüzden, bizim ibadetlerimizde kadın erkek ayrımı olmamıştır ve kadını her zaman erkek ile eşit tutmuşuzdur, hatta erkekten de üstün tuttuğumuz zamanlar olmuştur. Yüce kitabımız Kur’an buyuruyor ki; “Mümin kadınlarla mümin erkekler kardeştir.” Kadını ibadete almayıp, nefsini yenememiş, akıldan zayıf kişilere bakın Pir Hacı Bektaş Veli ne diyor;
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlık eksiklik senin görüşlerinde
Alevi inancında esas olan zahiri görüntü değil batıni görüntüdür. Asıl olan karşıdaki insanın önce insan olması, can olmasıdır. Görüyorsunuz ki, ibadetlerimizde kadınlarımız hep biz erkeklerle birlikte olmuştur ve bu böyle de devam edecektir. Kadınları ibadet etmeye engel gören, akıllarına başka şeyleri getiren, kadının elini bile tutmaktan korkan, istediği kadar kadın alabileceğini söyleyen ve kadını eşya gibi kullanan zihniyet bunu böyle bilsin. Erkeğin dişisi aslan da kadının dişisi aslan değil mi? Kadın şairlerimizden Naciye Bacı güzel bir şey söylemiş;
Bizi de halk eden Sübhan değil mi?
Aslanın dişisi aslan değil mi?
İbadetimiz dışında, toplumsal hayatta da kadınımız erkekle eşit statüdedir, özellikle aile hayatında. Peygamberimiz Muhammet Mustafa, “Benim ümmetimin en iyi erkekleri kendi kadınına büyüklük taslamayandır; kadınlarına karşı yumuşak ve sevecen olan ve onlara zulüm etmeyenlerdir” demiştir. İmam Caferi Sadık bizlere kadınlarımızla ilgili ne mesaj vermiş bakalım; “Evleniniz fakat boşanmayınız. Zira boşanma, gökteki melekleri ve arşı ilahide oturanları titretir”.Ehlibeytin atası Hz. İmam Ali ise 1400 yıl evvel kadınlara nasıl davranılması gerektiğini bize söylemiştir. Bakın ne diyor; “Kadın, çiçek tabiatlı, çiçek yaratılışlıdır. Her hal ve surette onunla anlaşınız. Kendisiyle iyi, gereği gibi ve makbul görülecek, herkes tarafından beğenilecek bir tarzda yaşayınız. Ona öyle bir hayat arkadaşı olunuz ki, o, yaşamının tadını tatsın”.
Değerli Canlar!
Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa, Şahı Merdan Alimiz ve Cafer-i Sadığımız kadınlara nasıl davranılması gerektiğini çok açık şekilde söylemişler. Alevi İslam inancına, yoluna ikrar veren erkeklere bu kişiler örnektir. Aleviyim diyen biri, kadınına da aynı bu insanlar gibi davranmalıdır. Bu çok açıktır değerli canlar. Kim ki kadınına kötü davranır, onu incitir Allah’ı incitir, Peygamberi, Ali’yi incitir. Şunu da iyi bilmeliyiz ki kadınını boşayan kişiler yol düşkünüdür. Siz aileler çocuklarınıza aynasınız, siz ne yaparsanız çocuğunuz da aynı şekilde hareket edecektir. Eğer kadınınıza kötü davranırsanız, çocuğunuz da aynı şeyi yapacaktır. Sevgisizliği gören sevgisiz yaşar. Pir Sultan, kadını nasıl yüceltmiş;
Gel benim ey güzel servi çınarım
Yüreğime ateş düştü yanarım
Kıblem sensin, yüzüm sana dönerim
Mihrabımdır kaşlarının arası
Kadınlarımız anadır, bacıdır. Peygamberleri, nebileri, velileri de doğuran anadır. Babasız çocuk dünyaya gelmiş, ama anasız gelmemiştir. Dedenin eşine ana denir, ona da saygı gösterilir. O da dede ile birlikte oturur ve oturması gerekir. Alevi önderleri arasında kadınların da yeri vardır ve bunların başında da Kadıncık Ana gelir. Pirin velayetnamesine baktığınızda da göreceksiniz ki Kadıncık Ana erkekle aynı statüde gösterilmiş ve hatta erkeğin önüne bile geçmiştir.
Alevi İslam İnancı’nın örnek kadını peygamberin biricik kızı Fatıma Anamızdır. O tarihte, kızların diri diri gömüldüğü bir devirde, Fatıma Anamız doğduğu zaman peygamberimiz çok sevinmiş ki her gece yüzünü öpmeden uyumamıştır. Fatıma Anamız sürekli eşi İmam Ali’nin yanında yer almış, kadın olmasına rağmen çok saygı görmüştür. O erdemli, yiğit, fedakâr bir kadın örneğidir. Alevi İslam inancında kadın ene-l hak makamına ermiş, ruhen tanrısal konuma oturtulmuştur. Alevi İslam inancını oluşturan önderler bakın “ana” olan kadını nasıl tanrısal konuma getirmiştir; Tanrı ile Cebrail söyleşirlerken, ileriden bir nur doğar. Cebrail’in gözleri kamaşır:
-Yarabbi, kimdir o?
Yüce Tanrı :
- O, Fatima-i Zehra’dır.
Cebrail:
- Ne güzel yaratmışsın Yarab!
Tanrı:
- Biz O’na cemâlimizden cemâl kattık, nur-u âlâ nurumuzdan yarattık da o güzel oldu.
Fatima-i Zehra yaklaştıkça belirginleşir. Cebrail şaşkınlaşır, sorar:
- O başındaki nedir Yarab?
- O tac-ı devlettir; Muhammed Mustafa’dır.
- O belindeki nedir Yarab?
- O kemerbesttir. Bizim güç simgemiz Ali-el Murteza’dır.
- O kulaklarındaki nelerdir Yarab?
- Onlar şebber-ü şübber’dir. Cennet mekân efendileri olan Hasan ve Hüseyin’dir.
Değerli Canlar!
Ehl-i Beyt, Fatıma Ana’nın etrafında toplanmıştır. Kevser suresindeki Peygamber soyunun kevseridir o. Batıni anlamına baktığımızda ana yaratıcıdır, üretkendir, doğurandır, besleyendir, koruyandır, paylaşandır. İşte bunu anlamayan ve kadınına değer vermeyen kişi insanlıktan uzaklaşır ve yolundan da uzaklaşmış. Bir Hak aşığı diyor ki;
Ana başımıza taçtır
Her derdimize ilaçtır
Bir evlat mürşit olsa da
Yine anaya muhtaçtır
Tarih boyunca kadınımızı hep el üstünde tuttuk, erkeğimiz hakan, kadınımız hatun oldu, ibadetimizi birlikte yaptık; kadını erkekten asla ayırmadık. Ama gelin görün ki bazı zihniyet kadın ve erkek birlikte ibadet eder mi düşüncesinde. Akıllarında başka şeyler var, ibadetleri düzgün olmazmış kendilerini veremezlermiş. Bunlar nefsini terbiye edememiş, ruhsal olgunluktan nasibini almamış insanlardır. Önce nefsinizi terbiye edeceksiniz. Siz nasıl olur da sizi doğuran, büyüten anayı, kadını ikinci sınıf vatandaş görürsünüz? Madem kadın bu kadar değersiz ise, niye kadınsız yapamıyorsunuz? Kadın ozanlardan Zehra Bacı bunlara çok güzel bir cevap vermiş;
Ey erenler erler nasıl ersiniz
Söyleyin sizinle davamız vardır
Bacılara niçin nakıs dersiniz
Bizimde Hazret-i Havva’mız vardır
Kadınına değer vermeyen insanlara sormak lazım; Kuran’da kadın erkek ayrı ibadet eder gibi bir tabir var mı? Elbetteki yok. Yine şunu sormak lazım; madem kadınla ibadet edilemez diyorsanız neden kabeyi birlikte tavaf ediyorsunuz?
Sözüm ona İslam tarihi âlimleri tarafından kabul edilen en güvenilir hadis kaynağı Sahihi Buharidir. Bu kaynağa göre sözüm ona peygamberimiz kadınlar hakkında ne söylemiş bakalım:
Kadınların, dinleri ve akılları eksiktir.
Kadınların arasında iyi kadın yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.
99 kadından biri cennete, diğerleri cehenneme gider.
İşte bu uydurmalar, İslam diye önümüze getirilen Emevi uydurmaları, Vahabi zihniyetidir. Demek ki Hatice anamız, Fatıma anamız gibiler hep cehennemlik, Mervan gibiler, Yezit gibiler cennetlik. Bunların amacı peygamberimizi ve İslam’ı gerçek boyutuyla anlayamayanlardır.
Tabi ki kadın Fatıma Anamızı örnek almalı,evine eşine bağlı olmalı,evinin sırlarını korumalı,içinde bulunduğu aileyi sahiplenmeli ve korumalıdır. Kendi nefis ve kibrini yenemeyen; “ana” gibi “ana” olamaz, gerçek kadın olamaz, insan da olamaz. Yüzü insan sıfatındadır. Fakat içi şeytandır. Şeytani duygular taşıyan, kurnazlık yapan analık görüntüsü ve masumiyetini kullanarak, diğer insanları etkileme planları yaparak hiçbir yere ulaşamayacağını bilmeyen, gerçek kadının değer yargılarını zedelememelidir.
Değerli canlar!
Bizler Alevi İslam inancına, Hakk-Muhammed-Ali yoluna gönül vermiş insanlar olarak bu zihniyeti yıkmamız gerekiyor. Bizim inancımız kadınını baş tacı yapar; dinsel ve toplumsal hayatta kadın eşinin hep yanındadır ve aynı statüye sahiptir. Hatice analar, Fatıma analar, Kadıncık analara erkek gibi hatta erkekten daha çok değer verilmişse bu yola gönül verdiysek, bizler de kadınlarımıza her alanda saygınlığını vermeliyiz. Bilmeliyiz ki kadınına değer veren, ona her alanda sahip çıkan saygınlığını veren toplumlar aydınlanma yolunda büyük başarı elde ederler. Pir Hacı Bektaş Veli, kadınına değer veren toplumların gelişeceğini 1200 yıllarda görmüş ve mesaj vermiştir. Pirimiz ne diyor;
‘‘Kadınlarınızı okutunuz. Çünkü bir erkeği okutursanız, bir ferdi aydınlatmış olursunuz; oysa bir kadını okutursanız, bir toplumu aydınlatmış olursunuz.’’
Kadınımızın değeri ortadadır. Kadınımıza değer verdikçe, onları yücelttikçe onlar toplumuna birer ışık olacaktır. Kadınlar ışıktır. Geliniz o ışıkları söndürmeyelim.
Cenabı Hakk, yapmış olduğumuz ibadetleri, gönüllerimizden ve dillerimizden dökülen duaları dergahı ilahi aşkına kabul eylesin.
Gerçeğe Hü!
Dursun ZEBİL (Dede)
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
HZ. ALİ’YE GÖRE ALLAH
Hamd, Allah’a ki, övenler O’nu layıkıyla övemezler; nimetlerini sayıp dökenler, onları söyleyip bitiremezler; çalışıp çabalayanlar, hakkını eda edemezler. Öyle bir mabuddur ki derin düşünceler onu idrak edemez; anlayış derinliklerine dalış, sahip olduğu temeline eremez. Bir mabuddur, sınır yoktur, sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf yaratılmamıştır, esas özüne lâyık bulunsun. Yoktur O’na sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman. Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; yelleri, rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yeryüzünü, kayalarla perçinlemiş, pekiştirmiştir. (Kuran’da İbrahim Suresi’nin 34. ayetiyle, Nahl Suresi’nin 18. ayetinde Allah’ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (S.M.)
“Allahım, gazabından rızana, azabından bağışlamana, senden sana sığınırım, sana layık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin” buyurmuştur (Câmi’us- Sagıyr, 1. s. 50). Kuran’ın yine Nebe Suresi’nin 6. ve 7. ayetlerinde de “yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbih edilmiştir (benzetilmiştir) .”)
Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemali, onun gerçek olduğunu söylemektir. Gerçek olduğunu söylemek kemali, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemali, ona karşı öz doğruluğuna ermektir. Öz doğruluğunun kemali onu noksan sıfatlardan her türlü eksiklik ve kusurdan uzaktır. Çünkü bilmek gerekir ki ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla tarif edilemez, tarif edilenden ayrıdır; onunla bilinemez. (Din lügatta karşılık manasına gelir. Terim olarak, ilahi hükümlerin tümüne denir. Kuran’da Âl-i İmran Suresi’nin 19. ayetinde “Tanrı katında dinin ancak İslam olduğu bildirilmiş. İslamın gerçek din olduğu anlatılmış. Yine Tövbe Suresi’nin 33. ayetinde her yapılan işin karşılığının verileceği vaat edilen kıyamet gününe de “din günü” denmiştir. Fatiha Suresi’nin 4. ayetinde, birinci manada itaat etmek, insanın bütün varlığıyla Allah’a bağlanması, öz gerçekliği anlamları da vardır. Bu söz Kuran’ın birçok ayetlerinde geçer. Zâriyât Suresi’nin 56. ayetinde de,
“Ve ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurmuştur. Bu ayeti İbn-Abbas, “Yani, beni tanısınlar diye” tarzında tefsir etmiştir. “Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım” yorumundaki kutsal hadisi kabul ve konu edenler dahi, ayetin çevrilişi bakımından yorumun doğru olduğunu söylemişlerdir.)
O’nu anlatarak tarif etmeye kalkışan, O’nu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını O’na eşit sayan, ikiliğe düşmüş olur. İkiliğe düşen kısım kısım diyen olur, kısım kısım olduğunu söyleyen, O’nu tanımamış bulunur. O’nu tanımayan, O’na yer yükler, O’na işaret eyler. O’na işaret eden, O’nu sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Nerede diyen, O’nu bir yerde sanır, O’na yer yükler; bir yerde diyense, başka yeri ondan hâlî sanır. (Allah’ı hakkıyla nitelemek mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitap’la ve sünnetle gelen-erişen sıfatlar bizim anlayışımıza göredir. Ancak bizim görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah’ın görmesi, duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı gibi aletle de değildir; ilmi, görülen, duyulan şeyleri kuşatan olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de kuşatır. Bu bakımdan, bizim bilgimizle O’nun sıfatlarını kıyaslamak, adeta O’nun kendisine bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhit inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Taâlâ’nın kendisinde sabit iki sıfattır, kendisi aynı değildir. Bakara Suresi’nin 29, A’râf Suresi’nin 54, Yunus Suresi’nin 3, Tâbâ Suresi’nin 4, ayetlerinde, Allah Tebareke ve Taâlâ göğe, arşa istivası olarak başka mana verilmiştir. İstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet hususunda da kullanılır. İstivâya, “alâ” eklenirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, tedbiri, göğü, arşı kavradı, yani gökleri yerleri yarattıktan sonra arşa hâkim oldu ve kullandı, yolu orada yürüdü demektir. Gök her cismi kaplayan fezadır, arş- tavan; bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır. Bu bakımdan bu ayetlerdeki mana, tedbiri, emri, kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeyi kapladı ve kaplayandır tarzında anlaşılır. Yoksa gökte ve arşta demek değildir. İnsan biçimciler topluluğu, Allah’ın arşta bulunduğuna inanmış olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde yerleşme, başka bir yerde bulunmamaktır, aynı zamanda sınırlı ve madde sahibi olmaktır. Madde ise kısım kısımdır. Bütün bunlar ise Allah için mümkün olmayandır.)
Vardır, yaratılmaksızın… Mevcuttur, yokluktan var olmaksızın… Her şeyle biledir, beraber, alete muhtaç olmadan… Görendir, görülen yokken… Birdir, bir varlığa muhtaç bulunmadan, hiçbir varın yokluğunu garipsemeden… Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu, düşünüp kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir harekete, alete muhtaç olmadan, işe koyulmadan, koyulup yorulmadan… Her şeyi vaktinde yarattı, birbirine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her şeyde bir akıl-anlayış, bir güzellik (huy-âdet-mizaç) yarattı; her şeyin maddesini ona göre dizdi
koştu. Her şeyi olmadan bilendir O; sınırlarını, sonlarını kavrayıp, kapsayandır O; her şeyin gizli, açık, her yanını bilendir O. (Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar; bilgisinden, görgüsünden faydalanır; yaparken hareket halindedir; bir emek sarf eder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiçbir iş yapılmaz. Allah tebareke ve taâlâ ise bunların hiçbirine lüzum ve gerek bulmaz, bunlardan uzaktır, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır (yetişen-ulaşan-eklenen), sonunu da bilir.)
Noksan sıfatlardan münezzeh (uzak) olan Allah, kimseyi dalalete (doğru yoldan sapma) sevk etmez ve Allah kullarına zulmedici değildir. (Âl-i İmrân Suresi’nin 182, Enfâl Suresi’nin 51, Hac Suresi’nin 10, Fussılat Suresi’nin 46, Kaaf Suresi’nin 29. ayetlerinde Allah kullarına zulmetmeyeceği bildirilmektedir.)
09.06.2007
A.Yaşar KARAMAN Dede
HZ MUHAMMED VE HZ ALİ’NİN MUSAHİPLİĞİ
Musahip:karşılıklı sahiplenmektir. İki insanın “ahiret kardeşi” olmasıdır. Bu ikrar olayı aile içerisinde değil de bir Allah dostu ile ikrar verip yaşamını pak etme olayıdır. Bu ikrar zaten Ruhlar aleminde verilmiştir (Bezm-i Elest ikrarıdır.) Allah da bu ikrarla kainatı yaratmıştır. “Biz emaneti göklere, yerlere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler korktular O’nu insan yüklendi ve ikrar verdi.”Ahsap Suresi, Ayet 72) Burada verilen emanet ikrardır verdiği sözü unutmamaktır. Alevilerde söylenen bir söz vardır. Yer, gök ikrar üzerinde durur.
Musahiplikte verilen ikrar, ruhlar alemindeki ikrarın devamıdır. Çünkü insan doğarken zaten ikrarlı doğmuştur. Kelimeyi şahadet getirir, Müslüman olur. İkrar getirir, İslam olur.
Müsahip kişi nasıl ki davranışıyla topluma karşı örnek ise aynı şekilde Müsahibinin davranışlarından da sorumludur. Yanlış bir iş yapan, bir suç işleyen kişi musahibiyle birlikte vicdanen o yanlışın içerisindedir.
Bu işin hukuki boyutudur. Bir denetim mekanizmasıdır; sürekli birbirini denetleme ve sorgulama olayıdır.
Bir kardeşin çocuğu diğer kardeşin çocuğuyla evlenebilirken bu birliktelik musahip kardeşleri için kesinlikle yasaktır. Çünkü, Müsahip kardeşlerinin çocukları da birbirlerine kardeştirler. Kardeş diğer kardeş ile evlenemez . Müsahipliğin Arapça’daki anlamı Muahad’dır sahip sözcüğünden gelir. Sahip çıkma koruma yardım etme anlamını taşır. Aht’a vefalı olmak demektir. Örneğin gurbete giden biri namusunu yani eşini kardeşine değil de musahibine teslim etmesi ikrarın Aht’a vefalı olmanın ifadesidir . Soracaklardır, Hz. Muhammed’in kızıyla, Hz İmam Ali musahip olmalarına rağmen neden evlenmişlerdir?
Bu müsahiplik Hz Fatıma ile Hz Ali’nin evliliğinden sonra olmuştur. Müsahiplik geçmişi değil geleceği kapsar . Birde Olayın batıni yönüne bakmalıyız; biri Nübüvvetin diğeri Velayetin nurudur. Bütün olarak gelen ve sonra ikiye ayrılan nurun birleşmesi gerekiyordu, işte o evlilikle birleşme oldu. O Evlilikten İmam Hasan, İmam Hüseyin dünyaya geldi , temiz ve pak Ehlibeyt tamamlanmış oldu .
Musahiplik malı mala, canı cana katmanın adıdır, paylaşmanın bölüşmenin adıdır. Peygamber efendimiz döneminde Muhacir Ensar halkı neden musahip olmuştur? Çünkü yerlerinden yurtlarından göç etmiş, yoksul halk ile yerli olan varlıklı halkı aralarında ekonomik dayanışma olsun, yoksulluktan dolayı ezilmesin, sınıfsal ayrım olmasın diye aralarında ikrar bağını kurmuştur. Bu öyle bir bağ olmuştur ki, tarihçiler bu musahiplik bağının gücünü şöyle izah ediyorlar.
Hicretin daha birinci yılında 30 bin kişilik Ebu Süfyan ordusunun karşısında Hz Muhammed’in 3 bin kişilik sivil halkın Bedir savaşını kazanmasının sırrını musahiplik düzeninin getirdiği birlik ve beraberliğin sonucudur. Göçmenlerle Medinelileri birbirine kardeş eden Hz. Muhammed , Ensar’dan biriyle kardeş olmamış İmam Ali’yi de kimseyle kardeş etmemiştir. Beni kimseyle kardeş etmedin diyen İmam Ali’ye; Razı değil misin ki sen bana Musa’yla Harun ne derecedeyse neyse sende O’sun. Ancak şu var ki benden sonra Peygamber yok diyerek İmam Ali’yi kendisine kardeş etmiştir.
Kuran’da Ayet şöyle diyor: De ki : “Ben size Allah için ikişer, teker teker (karşımda) durmanız, sonra arkadaşınızda (bende) hiçbir mecnunluk olmadığını iyi düşünmenizi vaaz ederim. O çetin bir azap (gelip çatmaz ) dan evvel (bunu) size haber veren (bir Peygamber) den başkası değildir.”(Sebe Suresi Ayet 46)
Müsahip olacak insanlar Kuran’ın şu ayetine göre ikrar verirler; “Allah, Peygamberinden and olsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezlinizdeki tasdik eden bir Peygamber gelmiştir. Ona katiyen iman ve ona her halde yardım edeceksiniz diye misak aldığı zaman dedi ki: İkrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi? Onlar, İkrar ettik dediler. Allah dedi ki: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim.” ( Ali İmran Suresi Ayet ,81 )
Bu ayete göre ikrar verip dönenlere de Kur’an buyuruyor; “Artık kim bu ikrardan sonra hakikaten yüz çevirirse işte o gibiler fasıkların imandan çıkanların ta kendileridir.”(Ali İmran Suresi Ayet ,82) Özetlemiş olursak, Müsahiplikte ; İnançsal boyut, hukuksal boyut , sosyal ve ekonomik boyut vardır.
Bu yola talip ol bağlandın ise
Peyik sofulara beyan eylesin
Hakikat Aşkıyla dağlandın ise
Git kendi pirine derman eylesin
Müsahibini al, durasın dara
Dört başın mamur et olma mudara
Müminler fakirdir değil fukara
Bu hakkın ceminde cevlan eylesin
Kemerbest bağlamış başında tacı
Kulağında küpe Güruhu Naci
Gönül bir kabedir yap da ol hacı
Davut Sulari de nişan eylesin
(Davut Sulari)
Burhan DEMİR
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
İKİ HAK EMANET
Dört kitabı birer birer okudum
Allah bir Muhammed Ali yazılı
Pirin dergahında Kur’an okudum
Allah bir Muhammed Ali yazılı
Fazlı ile Nesimi dardadır darda
Hazreti Fatıma sırdadır sırda
Cihan var olmadan kandilde nurda
Allah bir Muhammed Ali yazılı
Dört kitap hak oldu uydu yasaya
Zeburu Davuda İncil İsa’ya
Tevrad-ı verdiler Turda Musa’ya
Allah bir Muhammed Ali yazılı
Pir Sultan farz oldu bize hidayet
Muhammed bıraktı iki emanet
Biri Kur’an biri işte Ehl-i Beyt
Allah bir Muhammed Ali yazılı
İki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a.) Veda Haccı’ndan dönerken, Gadir Hum denilen göl başında gelen bir vahiy üzerine konaklamıştır. Gelen ayette Peygamberimizin dini ikmal etmesi, eğer bunu yapmazsa Allah’ın elçiliğini yapmamış olacağı bildiriliyordu. Hz. Peygamber de Allah’tan gelen bu vahiy üzerine, Gadir Hum’da konaklayarak on binlerce insanın huzurunda İmam Ali’yi yanına alarak Veda hutbelerini okudular. Ve şöyle hitap ettiler:
“Ey insanlar! Yakın bir zamanda, aranızdan ayrılacağım, Rabbimin davetine icabet edeceğim.
Siz Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ediyor musunuz?. Cennet ve cehennem ve ölüm haktır. Şüphesiz kıyamet günü bir gün gelecek ve Allah toprağın altındaki ölüleri diriltecektir!”
Peygamber’in Ashabı, “Evet, evet biz buna şahidiz” dediler. Hz. Peygamber devamla; “Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Birisi Allah’ın hidayet dolu kitabı Kuran, diğeri benim sevgili Ehl-i Beyt’imdir. Bunların ikisine sımsıkı tutunursanız asla doğru yoldan çıkmazsınız. Bunların ikisi Kevser Havuzu’nun baş ucuna varıncaya dek asla birbirinden ayrılmayacaklardır.
Ey insanlar! Allah’ın kitabını ve benim Ehl-i Beyt’imi aşmayın ve o ikisinden de geri kalmayın.
Ey insanlar! Müminlere kendilerinden daha evla olan kimdir ?” deyince orada bulunanlar; “Bunu Allah ve Resulü daha iyi bilirler ” dediler.
Hz. Peygamber devam ederek; “Allah benim Mevlam, ben ise müminlerin Mevlasıyım ve onlara kendi nefislerinden daha evla olanıyım ” dedi.
“Ey insanlar! Ben kimin rehberi, Mevlası isem Ali de onun rehberi ve Mevlası’dır. Allah’ım, Ali’yi seveni sev, ona düşman olana düşman ol. Allah’ım, Ali’ye yardım edene yardım et. Onun düşmanlarını hakir eyle ve zelil eyle. Ve Hakk’ı Ali ile birlikte kıl. Burada olanlar olmayanlara bildirsinler”.
Sonra vahiy meleği Cebrail gelerek, peygamberi şöyle müjdeledi; “Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım ve din olarak İslam’ı seçtim” ( Maide Suresi, 3. Ayet).
Peygamber bu ayet geldikten sonra; “Allah’a şükrediyorum ki, o dinini ikmal etti, nimetini tamamladı, benim risaletimden ve Ali’nin benden sonraki velayetinden hoşnut oldu” buyurdular.
Hz. Peygamber Allah’ın emri ile İslam âlemine, Kuran ve Ehl-i Beyt’i emanet bırakıp, İmam Ali’yi de yerine halife ve vasi olarak ilan etti. Bu iki Hak emanete sahip çıkmamızı, ancak bu emanetlere sahip çıkarak, bu emanetlere bağlı kalarak kurtuluşa erebileceğimizi, hem Allah’ın hem de kendi emrinin olduğunu açıkça belirtmiştir. Bizlere düşen görev de bu iki emanete sımsıkı sarılmaktır. Yazılı Kur’an dinimizin anayasası, konuşan canlı Kur’an olan Ehl-i Beyt de bu yasanın uygulayıcısıdır.
1)İLK EMANET KUR’AN:
Kur’an-ı Kerim; Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilen kutsal kitabın adıdır. Sadece Müslümanlara değil, bütün insanlık âlemine hitap eden kitaptır. İnsanoğluna, doğru yolu gösteren, hidayete erdiren; sevgiyi, barışı, huzuru ve ahlaklı olmayı bildiren Allah emridir.
“Bu bir kitaptır ki onda şüphe yok. Takva sahiplerine yol göstericidir”
( Bakara Suresi, 2. ayet ).
Kur’an; 21 Mart 611 tarihinde, Hz. Peygamber Hıra Dağı’ndaki mağarada ibadette iken, Cebrail vasıtasıyla indirilmiştir. İlk ayeti “Oku yaratan Rabbin adıyla oku” emridir. Bütün bir kitap olarak değil, parça parça gerçekleşen olaylar üzerine indirilmiş ve 23 yılda tamamlanmıştır. Toplamı 114 suredir. Bu surelerin 93’ü Mekke’de, 21 tanesi de Medine’de inmiştir.
Sad Suresi 29. ayette; “Bu bir kitaptır ki onu, kutlu olarak sana indirdik; ayetlerini iyice bir düşünsünler aklı başında olanlar ve ondan öğüt alsınlar” buyurulur. Kur’an, insanları üzerinde düşünüp, incelemeye çağırıyor. onu doğru bir yöntemle, derinliklerini inceleyerek anlamalıyız. Bu yönden Kur’an tabiata benzemektedir. Çünkü tabiatta keşfedilmemiş nice sır vardır. Bu kitabı da okuyarak insan yeni sırlar keşfeder. Tabiat gibi de sınırlanamaz; eğer belli bir zaman için inmiş olsaydı, geçmişte Kur’an’ın bütün sırları keşfedilmiş olur ve bu ilahi kitap çekiciliğini, yeniliğini ve etkinliğini kaybetmiş olabilirdi. Oysa, her zaman için üzerinde düşünülecek, tefekkür edilecek ve yeni şeyler keşfedilecek özelliğe sahip olan bir kitaptır.
Hz. Peygamber de; “Kur’an, ay ve güneşe benzer. Onlar gibi her an hareket halindedir” demiştir. Yani sabit bir kitap değil, bir noktada durmuş değildir. Hz. Peygamber diğer bir hadisinde; “Kur’an’ın zahiri güzel, batını ise derindir” buyurmuştur.
Kur’an, kalp ve ruh kitabıdır; canları coşturur, gözyaşlarını akıtarak kalpleri yerinden oynatır. Kur’an’ın bu özelliği çoğu ayette vurgulanmaktadır. Örneğin; Kassas Suresi 52 ve 53. ayetlerinde; “Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, inanıyorlar buna. Onlara okundu mu ‘İnandık ona’ diyorlar; şüphe yok ki o, Rabbimizden gelen bir gerçek, bundan önce de gerçeğe teslim olmuştuk biz” buyuruluyor.
Kur’an; İslam dininin anayasasıdır. Nasıl ki bir ülkenin anayasası, o ülke insanlarının tüm sorunlarını en iyi çözümleyebilecekleri şekilde düzenlenmiş ise Allah buyruğu olan Kur’an da Allah’ın yeryüzündeki anayasasıdır. Hz. Muhammed (S.a.a.), Kur’an’ın yorumlayıcısı ve uygulayıcısıdır. Nasıl ki bir anne ve baba, evlatlarının yaşam boyu hiçbir sıkıntıya düşmeden en iyi bir şekilde yetişmesi, hayatlarını idame ettirebilmeleri için çocuklarına en iyi eğitimi sunarlar; iyiyi, kötüyü, hayrı ve şerri ayırt edebilmesi için ona gerekli dini eğitimi de aldırırlar; Yüce Allah da en mükemmel şekilde ve kendi nurundan, ruhundan yarattığı insanı tüm kötülüklerden korumak için en iyi biçimde eğitmek ister. Bu sebepten dolayı da insanın yeryüzünde nasıl davranması, neleri yapıp, neleri yapmaması gerektiğini bildiren anayasasını, yani Kur’an’ı insanlık âlemine indirmiştir.
Hz. İmam Ali de, Kur’an hakkında şöyle açıklama yapmıştır:
“Bilin ki Kur’an öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur’an’la oturup kalkan, doğrulukta, fazla bir şeye ulaşarak; körlükte noksana erişerek oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye ona uymadan bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize O’ndan şifa dileyin; güçlüklerinize O’ndan yardım isteyin: Çünkü O en büyük derde bile devadır ki o da küfürdür, nifaktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah’tan; Kur’an’la dilediğinizi dileyin, O’nunla Allah’a yönelin; O’nu vesile ederek halktan bir şey istemeyin; çünkü kullar, Allah’a, O’na benzer, O’nun değerine denk değerli başka şeyle yönelemezler.
Bilin ki O şefaatçidir. Şefaati kabul edilir; öylesine bir söyleyendir ki sözü tasdik olunur, Kur’an kıyamet gününde kime şefaat ederse şefaati kabul olur. Ve Kur’an kıyamet gününde kimin aleyhinde söz söylerse sözü makbul olur ve Kur’an kıyamet gününde kimin aleyhinde söz söylerse sözü makbul sayılır.
Çünkü kıyamet günü bir nida eden nida eder de der ki: “Bilin, Kur’an’dan başka bir şey eken, ektiğini biçerken belalara uğrar. Artık siz de O’nu ekin, O’na uyun; Rabbinize O’nu delil edin. O’na uymazsa reylerinizi töhmetleyin; dilekleriniz O’na aykırıysa dileklerinize ihanette bulunun.”
Noksan sıfatlardan münezzeh Allah’tan ne bir delili vardır, ne bir ışığı. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah hiçbir kimseye Kur’an’a benzer başka bir şeyle öğüt vermez: Çünkü Kur’an, Allah’ın sağlam ipidir, emin sebebidir, gönüllerin baharı ondadır; bilgilerin kaynakları onda; gönüle ondan başka bir şeyle cila olmaz; ondan başka bir şey gönülü parlatmaz. Böyle olmakla beraber gene de ondan alanlar, ona uyup yol almışlardır; unutanlar, unutmaya kapılanlar yolda kalakalmışlardır.
( Nehc-ül Belaga)
Hz. Fatıma Anamız da “Ey Allah’ın kulları, Kur’an sizin aranızda bir ilahi rehberdir. O, Allah’tan size gelen bir ahittir ve aranızda bıraktığı son hüccettir; Allah’ın doğru söyleyen ve konuşan kitabıdır. Kur’an’ın nuru aydınlatıcı, ışığı parlaktır, delilleri aşikâr, sırları açıktır” demiştir.
2) HAK EMANET EHL-İ BEYT:
Peygamberimizin ikinci Hak emaneti de Ehl-i Beyt’tir. Ehl-i Beyt; Hz. Peygamber’in ev halkıdır. Ehl-i Beyt denince akla ilk olarak beş isim gelir. Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Ehl-i Beyt’i meydana getirirler. Sadece Hz. Muhammed’in kanından, soyundan olan kişilerdir. Peygamber hanımları Ehl-i Beyt’in içinde yer almazlar. Peygamber’in hanımı olan Ümmü Seleme şöyle rivayet eder: “Bir gün Hz. Muhammed ( S.a.a.) abasının ( hırka) altına, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alarak şöyle dua ettiler: “İşte benim Ehl-i Beyt’im bunlardır. Ya Rabbi bunlardan her türlü kötülüğü kaldır, hepsini pak eyle.” Hz. Peygamber’in duasının hemen arkasından Ahzap Suresi 33. ayet indi; “Ey Ehl-i Beyt Allah sizden her türlü suçu, gidermek ve sizi tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek ister”. Bu ayetten anlaşıldığı gibi Allah, Ehl-i Beyt’i pak eylemiştir. Bu temizlikten maksat “öz” temizliği, gönül temizliğidir. Ehl-i Beyt, Allah tarafından arındırılmış, Hz. Muhammed’in yanında onun terbiyesi ve ahlakıyla yetişmiş kişilerdir.
Ehl-i Beyt, Kuran’ı Natık’tır. Yani konuşan, canlı Kur’an’dır. Kur’an’ı en iyi anlayan ve yaşayanlardır. Bizler de Kur’an’ı anlayıp, yaşamak istiyorsak, Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine yönelmemiz gerekir. Allah Resulü şöyle buyurur:
“Ehl-i Beyt’ime bir şey öğretmeye kalkışmayınız, zira onlar sizlerden daha bilgilidirler.”
Ehl-i Beyt; ilim, ahlak, bilgi ve edep bakımından bütün insanlardan daha üstündür. İlim, takva ve edep bakımından onları kendimize örnek almalıyız.
Allah ve Resulü Hz. Muhammed onları sevmemizi ve bağlı kalmamızı bizlere emretmişlerdir: “Bu, Allah’ın inanan ve iyi işlerde bulunan kullarını müjdelemesidir işte. De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beyt) sevgidir ve kim güzel ve iyi bir işler yaparsa onun güzelim mükâfatını arttırırız; şüphe yok ki Allah, suçları örter, iyiliğe, mükâfatla karşılık verir” (Şura Suresi, 23. ayet).
Hz. Peygamberde; “Ehl-i Beyt’imi seven beni sever, beni seven Ehl-i Beyt’imi sever. Ehl-i Beyt’imi sevmeyen beni, beni sevmeyen de Allah’ı sevmez ” buyurmuştur. Şafii mezhebi imamı sayılan İmam Şafii de; “Ey Ehl-i Beyt, sevginiz Allah’ın indirdiği Kur’an’da farz kılınmıştır. Sizin yüceliğiniz için yeterlidir ki size salat getirmeyenlerin ibadeti yoktur” demiştir.
Hz. Peygamber, onlara olan sevgi ile kendisine olan sevginin aynı olduğuna dikkatleri çekmiştir. Aynı şekilde onlara duyulan kin ve yapılan düşmanlık da Allah Resulü’ne yapılmış gibidir. Allah ve Resulü, Ehl-i Beyt’in sevilmesine ve bağlı onlara kalınmasına acaba neden bu kadar önem vermişlerdir?. Önem vermişlerdir; çünkü, siyahla beyazın, zenginle fakirin, Müslüman’la Müslüman olmayanın hukukunu gözeten İslam dininin devamı, Ehl-i Beyt soyundan gelen İmamlarla, kutuplarla, evliyalarla mümkün olmuştur. İslamın bütün dünyadaki insanların mutluluk ve dirliğini sağlayacak evrensel mesajı, Ehl-i Beyt soyundan gelen ruh mimarları sayesinde insanların gönüllerine girmiştir. Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet olma misyonu onlarla devam etmiş, onların sözünün dinlenildiği dönemlerde kurtla kuzu yan yana yayılmış, onların bulunduğu mekânlarda huzur hâkim olmuştur. Onlar Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin, deyimiyle; “yetmiş iki millete bir gözle bakmışlar”, sevgi ve şefkat kelimelerini dillerinden düşürmemişlerdir. Bir olmayı, diri olmanın şartı saymışlardır. Ehl-i Beyt’i sevmek ve onlara bağlı kalmak bu yüzden önemlidir, Allah ve Peygamber emridir. Hz. Muhammed’e, onun Ehl-i Beyt’ine ve onların masum soyundan gelenlere bağlılığımızı sürdürdüğümüz müddetçe, pek çok insan; huzur, barış ve hoşgörü olan dinimizi, inancımızı benimseyecektir. Birçok yerde mezhep ve din kavgalarının devam ettiği dünyada sulhun yani barışın temin edilmesi adına yeni adımlar atılmış olacaktır. İnsanlar, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin ifadesiyle, “incinsen de incitmemeyi, kötülüğe karşılık iyilik yapmayı, yetmiş iki millete bir gözle bakmayı” öğreneceklerdir.
Abdullah bin Abbas’tan; Kur’an’ın 300 ayetten fazlasının Ehl-i Beyt ve Hz. Ali hakkında indiği rivayet edilir. Birkaç ayet örnek verecek olursak:
“Ey imam edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin” ( Nisa Suresi, 59. ayet).
“Ey inanlar! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” ( Tevbe Suresi, 119. ayet).
“Dosdoğru giden yola ilet bizi” ( Fatiha Suresi, 5. ayet).
“Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” ( Fatiha Suresi, 7. ayet).
Hz. Muhammed de hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Şefaatim Ehl-i Beyt’imi sevenedir.”
“Ehl-i Beyt’ime eziyet edene Allah da eziyet etsin.”
“İslamın esası bana ve Ehl-i Beyt’ime muhabbettir.”
“Bana ve Ehl-i Beyt’ime salatü selam getirmeyenin duası kabul olmaz.”
Evet bir Hak aşığı da şöyle sesleniyor:
Dedi Mürsel bunlar size emanet
Biri evlat biri Kur’an temamet
Seveni yarlıga yevmül kıyamet
İmam Musa-ı Kazım hakkı bağışla
Bunlar gibi nice ayet ve Hz. Peygamber’in sözleri vardır. Eğer bunların hepsini yazacak ve anlatacak olsak ne bir kitaba ne de günlere sığdıramayız. Güneş, ay dünyamızı aydınlattığı sürece Kuran ve Ehl-i Beyt de gönüllerimizi aydınlatacaktır. Yüce Allah bizleri bu iki emanetinden ayrılmayan kullarından eylesin….
Yılmaz DOĞAN
ABDAL MUSA
NİYAZIMIZ VARDIR GERÇEK ERLERE
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
YÜZÜMÜZÜ SÜRELİM HERDEM PİRLERE
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
DERDE DÜŞDÜĞÜMDE HALİME GÖREN
UNULMAZ DERTLERE DERMANI VEREN
VARIP DERGAHINA YÜZÜMÜ SÜREM
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
MUHAMMET MUSTAFA ALİ AŞKINA
HASAN’LA HÜSEYİN ZEYNEL AŞKINA
MUHAMMET BAKIR’IN YÜZÜ SUYUNA
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
CAFERİ SADIK’TAN SÜRELİM YOLU
MUSAYI KAZIM’DAN İÇMİŞİZ DOLU
İMAM ALİ RIZA GÖNLÜMÜZÜN GÜLÜ
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
İMAMI TAKİ NAKİ’DEN HİMMET
HASANUL ASGERİ ERMEYE ZAHMET
ŞEFAAT EYLEYE MEHDİ MUHAMMET
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
GÖNLÜMÜZE DOLDU BU AŞKIN SELİ
İMDAT İSTEYENE UZATAN ELİ
HİMMETİ OLA BEKTAŞI VELİ
MEDET ABDAL MUSA PİRİM GEL YETİŞ
HAK Velileri deryalar misali onlarda erişilmesi zor olan ilim ve güzellikler vardır. Bu ilim taşıyıcısı olan mürşit adına Cem yapmak üzere toplandığımız Abdal Musa Sultandır. Bu hak velisinin keşfi kerameti cümlemizin üzerinde hazır ve nazır ola.
Dün olduğu gibi bu hak velileri bu günümüze yarınımıza ilim ışığı taşıyanlardır. Bu ilim sonsuza kadar yolumuzun ve erkanımızın ışığı olur inşallah.
Değerli canlar bu gün tarihe damgasını vurmuş tüm insanlığın ortak değerleri olmuş velilerden ve ululardan söz edeceğim.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen, Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını sağlayan, tüm insanlığın gönlünde ölümsüzleşmiş veliler olan Hünkar Hacı Bektaş Velilerin, Ahi Evrenlerin, Şeyh Edep Alilerin, Taptuk Emrelerin, Abdal Musaların, Sarı Saltukların, Seyid Alilerin, Karacaahmetlerin, Baba Mansurlar, Seyit Mahmudi Hayraniler, Kureyş Babalar ve daha ismini sayamadığımız nice Anadolu Erenlerinin manevi huzurunda eğiliyor aşkı niyaz ediyorum.
Horasan ‘da Ahmet Yesevi ile başlayan Hz. İmam Ali’nin Tasavvuf yolu, Anadolu’da da güneş gibi doğmaya başlamıştı. Bu ışık Anadolu’nun birliğini halkın öz dili olan Türk dilini ve kültürünü, Irkçı Arap Emevi barbarlığından korumak ve İslam’ın gülen yüzü, hoşgörüsü, insanı Tanrı’nın bir parçası (vahdet vücut) sayan, hümanist yolu Horasan erenleri öncülüğünde Anadolu topraklarında idi.
Anadolu yepyeni bir fikir, ahlak ve inançla tanışıyordu. Tekkeler kuruluyor insanlar irşad ediliyordu.
Tasavvuf inancı hızla yayılıyordu. Bu inancın öncüleri, ışıkları Horasan Erenleriydi. Hünkar Hacı Bektaş-i Veliler, Karaca Ahmet Sultanlar, Geyikli Babalar.. Mevlanalar.. Sarı Saltuklar, Abdal Musalar, Baba Mansurlar, Seyit Mahmudi Hayraniler ve Kureyş Babalar gibi inanç önderleriydiler.
Dün Anadolu’nun birliğini kuranlar, bu günde onların manevi ışıklarının şemsiyesi altında bizlerle birlikte, yani cem oluyoruz. Yüce Allah o velilerin yüzü suyu hürmetine bu birlikteliğimizi daim eylesin.
Velilik makamının başı Hz. İmam Ali (k.v.)dir. Nübüvvet makamı Hz. Peygamber efendimizle sona erdi ve velayet makamı devri başladı. Bu veliler dün peygamberlerin yaptığı gibi, insanları güzelliğe, iyiliğe, barışa, sevgiye taşımada yol gösterici ve ışık olacaklardır.
“Ey Muhammed! Sen ancak bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstericisi ve bir irşad edicisi vardır.” (Raid7)
Evet dün irşad edici Hz. İmam Ali (k.v.) idi. Çünkü o bu görevi Hz. Muhammed’ten almıştır. “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” diye buyuran O’dur.
Velayetin ve veliliğin kaynağı Kur’an’dır.
“Allah’ın velilerine korku yoktur. Onlar mahzun olmayacaklardır.”
(Yunus 62)
İşte bu hak erenlerinin manevi ışığı altında, Allah rızasına kurban kestik, Allah rızasına paylaştık ve bu kurbanlarda hepimizin katkısıyla alındı. Kurbanlarımızı ve isteklerimizi yüce Allah kabul eyleye.
Bizleri hep paylaşanlardan, cömertlerden eyle Yarabbi!
Pişirip müridin Hakka gönderen
Değirmeni sağdan sola dönderen
Nice Abdalların nasibin veren
Bize de nasibi ver Abdal Musa
Teke beyin ateşini söndüren
Peşi sıra dağı taşı gönderen
Müminlerin günahını yunduran
Bizimde günahı yun Abdal Musa
Bir geyik donuna girip görünen
Kaygusuz’un oku ile vurulan
Dergaha girince orda sır olan
Bizlere de şimdi sır Abdal Musa
Dağdan dağa uçar suyu uçuran
Yılda iki sefer dağdan geçiren
Çeşmelerden bal akıtıp içiren
Bizlere de badeni sun Abdal Musa
Vaktidolu
Evet bu veliler nasıl bu makama erişmişlerdir? Keramet ehli olarak. Yani gayp aleminden haber vererek. Çünkü onlar Allah’ın doğrudan verdiği gönül ilmi olan “ledün ilmi” ile donanmıştırlar.
“ORADA KULLARIMIZDAN ÖYLE BİR KUL BULDULAR Kİ, BİZ ONA KATIMIZDAN BİR RAHMET VERMİŞ, LÜTFUMUZDAN BİR İLİM ÖĞRETMİŞTİK.” Kefh 65)
Veliler kamil insanlardır.
“KAMİL KİŞİLERİN CANLARI LEVHİ MAHFUZDUR” (Mevlana) kamil insanın adı da” Rahmet insanıdır.”
Çünkü onlar sahip olduğu ışığı yani aydınlığı hem cinslerine yayarlar. Onlar güneş insanıdırlar.
“GÜNEŞ AYRIM YAPMADAN BÜTÜN CİHANI AYNI ŞEKİLDE AYDINLATIR.”
“Hak eri haktan olmuştur. Hak eri kitaplardan öğrenmemiştir. Hak eri inkar ve imanın ötesine geçmiştir. 0 özdür. Küfür ise zahirdir.” (Eflaki 2/184)
“0 TAKVA SAHİPLERİ, GAYBE İNANIRLAR” (Bakara 3)
Bu gayp (Görünmez) erenleri bu velilerdir.
İş bu vücut şehrine giresim gelir
İçindeki sultanın yüzün göresim gelir
(Yunus)
Veliler yeryüzünün sultanlarıdırlar. Onlar mana aleminin insanlarıdırlar.
“Ete kemiğe büründüm / Yunus gibi göründüm.” Demenin adıdır.
“Her devirde, Peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Diri ve faal önder o velidir.” (Eflaki 1/184)
Yüce Allah bu velileri aramızdan eksik eylemez inşallah.
Velilerin her yaptıklarında bir anlam vardır. Pirimiz Hacı Bektaş Veli kucağına aslan ile ceylanı alması bizlere verilmek istenen mesajın ifadesi nedir?
Güçlü ile güçsüzün yani mazlum ile zalimi bir araya getirerek zalimi ıslah ederek barıştırarak kardeşçe yaşamasının mesajını vermektedir. Demek ki Pirimizin de buyurduğu gibi barış sevgi kardeşlik güzel ahlaka sahip olmamızın mesajıdır.
Hor bakma bu toprağa toprakta neler yatur
Kanı bunca evliya yüz bin Peygamber yatur
Yunus
ALLAH’IM! SEN BİZLERİ, KEREMLER SAHİBİ EMİN SEVGİLİN MUHAMMED MUSTAFA’NIN, EHLİBEYTİNİN VE EVLİYALARININ HÜRMETİNE, TAM GERÇEĞE ULAŞTIRANLARDAN EYLE.
Kadın erkek birlikte olur mu? Diyenlere, Hacı Ahmet Yesevi bir hokka içine pamukla ateş koyup göndermekle, ruhsal olgunluktan nasibini almamış ham insanlara şu mesajı vermek istemiştir;
Kamil insanların meclisinde kadınlarla erkekler birlikte bulunsa bile, onlar her türlü kötülüklerden yani nefsani duygulardan arınmış olduklarından, bir arada olmanın sakıncasının olmadığını belirtmek istemiştir. ( Hz. Muhammed’in meclisinde de kadın erkek birlikteliği vardı.)
Abdal Musa Sultan’ın uçar su kıssasında olduğu gibi verilen sözün yani ahdın yerine gelmemesi üzerine, verilen ikrardan dönülmesi üzerine beddua eder. Bundaki mesajın; biz Hak yolcularının verdikleri ikrardan dönmemesinin mesajıdır.
“AHDE VEFA ET” diyen de kendisidir.
Kaygusuz Abdal’ın geyiğe attığı ok manevi oktur. Geyik mazlumluğu temsil eder. İşte mazlum hakka bağlılığıyla hak muhabbetiyle kendisine ok atanı bile yetiştirip hak meydanına getirip hak ile hak etmiş.
VELİLERİ TANIMAK ZORDUR. ÇÜNKÜ ONLARIN HÜNERLERİ KENDİLERİ GİBİ GİZLİDİR.” Diye buyurmuştur Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli. Bizler onları göremesek de onlar hep aramızda olacaklardır.
Sevgili Peygamberimizde şöyle buyuruyor; “ VELİLER SİZE CENABI HAKKIN EN YÜCE HEDİYELERİDİR” cenabı hak hak velilerinin divanından bizi mahrum etmesin.
Hz. Mevlana; “ Salavat verip duruyorsun ama, Mustafa’nın arınmışlığından neyin var. Ona bak.”
Hz. İmam Caferi Sadık’ta arınmışlığı bize şöyle buyuruyor;
“ŞERİAT ABDESTİ SU İLE OLUR. TARİKAT ABDESTİ PİRİNE İKRAR EDİP PİRİNDEN HİMMET ALMAKLA OLUR. MARİFET ABDESTİ NEFSİNİ BİLİP RABBİNİ TANIMAKLA OLUR. SIRRI HAKİKAT ABDESTİ KENDİ AYIPLARINI GÖRÜP GİDERMEK, BAŞKALARININ AYIBINI ÖRTMEK VE SIR ETMEKLE OLUR”. İşte insanı kamillerin arınmışlıkları ancak bu hizmetlerle olur. Cenabı hak bizleri de arınmışların katarından ayırmasın.
Evet bu sese kulak verip o ruhsal temizlikten nasiplenmemişsek, velilerin yanımızda olması bir şey ifade etmez. Yardımcı olmazlar. Çünkü tertemiz yoldan yani Ehlibeytin yolundan uzaklaşmışızdır. Yüce Allah bizleri Ehlibeytin yolundan ayırmaz inşallah.
Hz. Mevlana; “SENİN DAYANAĞIN TANRI’DIR. SOPA DEĞİL. AT
SOPAYI, VAZGEÇ ONDAN” ve KÜLAHI BIRAK DA BAŞI ARA; SIR O BAŞLA ELE GEÇER.”
Bizlerin başları da, ilham kaynakları da bu velilerdir. Velilerin yolu da Allah’ın Sratel müstakim (Dosdoğru) yoludur.
“Nice inşallah demeyen var ki, canı İnşallah’a eş olmuştur. Sözü gibi, ve “AKILLI HACI NİCEYE DEK YEDİ YEDİ TAVAF EDER DURUR. BEN, DELİ DİVANE BİR HACIYIM, KAÇ KEZ DÖNDÜĞÜMÜ SAYMAM BİLE.”
(Mevlana)
İşte Hak ile Hak olmuşların sırrı budur. Bunu anlamak lazımdır.
Gözümüz yok şu dünyanın varında
Yandık Kerbela’nın kızgın narında
El pençe olup ta pirin darın da
Dura geldik Abdal Musa’m eyvallah
Hürmet ettik insanların yaşına
Akıl ermez erenlerin işine
Pir aşkıyla sazımızın döşüne
Vura geldik Abdal Musa’m eyvallah
Bektaş-i Veli’den almıştır şiar
Kök salmıştır kurumaz ki bu çınar
Birlik olup etten kemikten duvar
Öre geldik Abdal Musa’m eyvallah
(Kaberi)
Mertliğin, cömertliğin, birliğin, güzelliğin, iyiliğin, barışın, sevginin dostluğun adı olan bu Allah velilerinin darından, didarından, erkanından ve yolundan, yüce Allah cümlemizi ayırmasın.
Gerçeğe Hü Mümine Ya ALİ
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
Gazi Cem Evi Dedesi Veli GÜLSOY
HZ. MUHAMMED’İN HZ ALİ SEVGİSİ
Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye duyduğu sevgiyi anlayabilmek o muhabbeti ve sevgiyi yaşayanların zevk edeceği bir olgudur. Bu konuda sayfalarca söz söylenebilir yazılabilir. Hz. Muhammed’in Hz. Ali hakkında söylediği sözleri herkes anlayışındaki inceliğe ve derinliğe göre keşfedebilir. Keşif ehli ise batınındaki hakikati zevk eder ve yaşar. Ancak biz zahiren naklolunduğu üzere ifade etmeye çalışalım. Seyyid Seyfullah hazretleri derki:
Resulün Alini sevmek Resulullah’ı sevmektir
Resulullah’ı sevmek sıdk ile Allah’ı sevmektir
Duada Kur’an da kurb’a meveddet emri kılmıştır
Bu emrin imtisali ol yüce dergahı sevmektir
Hz Muhammed; “Ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır”
“Ya Ali seni müminler sever münafıklar düşmanlık eder.”
“Her peygamberin maddi ve manevi vasi ve varisi olduğu gibi Ali’de benim vasim ve varisimdir.”
“İmam Ali’nin veçhi şeriflerine bakmak ibadet makamına kaimdir.”
“Ya Ali beni senden seni benden ziyade bilen ve hakayiki eşyayı daha iyi anlayan yoktur” der. Hz Muhammed’in ne kadar derin ve anlamlı sözleri vardır ki hakikatine anlayış zevkine erenlerin yaşayacağı hal olgusudur. Nübüvvet, Velayete aşıktır. Velayette, Nübüvvete aşıktır. Velayet ve nübüvvet birbirine aynadır ikisi birbirini yansıtır. Muhammet Ali’yi işaret eder Ali Muhammedi işaret eder. İkisi birbirinden ayılmaz her kim ki onları birbirinden ayırır delalette kalır. Onlar can ve ten mesabesindedir. Bu sırrı anlayan nice Hak aşığı erenler bu sırrı kelam libasında mana rumuzuyla örtüp nefeslerinde dillendirmişlerdir. Onların birbirinden ayrılmayacağına en güzel örnek Ali İmran suresi 61 ayettir “Sana ilimden bir nasip geldikten sonra hak konusunda seninle tartışanlara de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı kadınlarımızı ve kadınlarınızı öz benliklerimizi ve öz benliklerinizi çağıralım ve mübahale edelim Allah’ın lanetini yalancılar üzerine salalım.” Onlar ki Ehlibeyttir tathir ve pak olanlardır her türlü ricsten, kirden, riyadan arı ve pak olmuşlardır. Ehlibeyt Hz Muhammed Fatma, Ali, Hasan ve Hüseyin’dir” Hz. Muhammed onları enfüsü nefsi diye tanıtmıştır. Ahzap suresi 33 onların tathir ve pak olduğunu ifade etmiştir. Hz Muhammed; “Hz. Ali ve ben bir nurdanız” demiştir.
Kabe’de doğan tek kişi Hz Ali’dir onun ismini Hz Muhammed koymuştur. Kabe’de doğan hakikat Alidir. Bu anlayan güruha çok büyük bir mesajdır. Ebu Talip Hz Muhammed’i büyütmüştür. Hz Ali’yi de kendisi büyütecektir. Hz Ali Nechül Belaga’da; “Çocuktum henüz o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi. Bende her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; O her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl hira dağına çekilir, kulluğa koyulurdu onu ben gördüm, başkası görmezdi” der. Kabe de doğan Ali’dir. Hz. Muhammed daha sonra Kabe’nin içindeki putları da Hz. Ali’yi omuzlarına alarak kıracaktır. Hz. Muhammed; “Ali 124 bin peygamberle sır geldi benimle aşikar oldu” demiştir. Bu hakikat bir çok veliye ilham olmuştur. Mevlana; “ İptidasız evvel o idi, sonsuz ahirde o olur. Peygamberlere yardım eden o idi, Velilerin gören gözü de hakikaten odur. Yüzünün nurlu parıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, hak iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir.
Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir. Söyleyenler söylerler,susarlar. O susmaz söyler. Ebedi ilim onun göğsünde parlayıp göründü. Vahyolunanların sırlarını, o hakikat olarak bildi ve bildirdi. Ümmetlere haykırdı: “Allah yolunda Ali sizin kılavuzunuzdur.” Nice veli bu sırlara atıf yapmıştır. Aşıkların velilerin Nefeslerine sözlerine baktığımızda Hz Ali’ye duyulan yüksek aşkın şulesini görürüz esasında her kim insanı arzular insan olmak ister Hz Ali ile tanışmak zorundadır. Hz Muhammed “ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır.”demiştir. bunun içindir Ali kapısından geçmeyen hakikati Muhammed’e eremez, ermemiştir.
İslam’ın bunca içine düştüğü karmaşanın sebebi nübüvveti velayetten ayırmış olmasıdır. Hz Ali’nin deyimiyle “İslam’ı ters yüz etmişler ters giyinmişlerdir.” Bunun içindir ki İslam başsız beden mesabesindedir. Velayet kapısını kapatanlar hakikatinden ve marifetinden geri kalmıştır. Fakat Ali Muhammed’i ayırmayan yani nübüvveti velayetten ayırmayan Allah Muhammed Ali diyenler, onun izinden gidenler İslam’ın hakikatini anlamış yaşamış ve yaşatmıştır. Mekkelilerin İslam peygamberini katletme kararı aldıkları hicret gecesinde Hz. Muhammed’in yatağına yatan Ali’dir. Bu fedakarlığı Cenabı Allah Bakara suresi 207. ayette “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar Allah kullarına Rauf’tur.” Evet Ali’dir. Peygamberin yatağında yatan anlayan bir güruha bu hikmet yeterdi. Anlaşılmış olsaydı İslam Emevi zihniyetinin işgali altında olmazdı. Yine Hz Muhammed Medine de kardeşlik akdi okuduğunda Hz Ali’yi kendisine kardeş edinmiştir. “Ali bendendir ben Ali’denim, onu dost tutan beni dost tutmuştur, bizi dost tutan Allah’ı dost tutmuştur.”
Şura suresi 23 ayette Cenabı Allah Ehlibeyt’i sevmeyi buyurmuştur. Yine Resulü Ekrem; “İlminden dolayı Hazret-i Adem’e bakmak isteyen, Musa’nın heybetini, İsa’nın ibadetini görmek isteyen Ali ,İbni Ebi Talib’e baksın.” Yine İbn’i Abbas’tan naklolunan bir hadiste “Ya Ali, sen benim havzımın sahibisin, gönlümün sevgilisisin, benim vasimsin, ilmimin varisisin, Mevarisi Enbiya’nın müstevdisin, Emni Hüdasın, Allah’ın Hüccetisin, iyilere iman getirenlere hüccetsin” Eba Turab (toprağın babası) demiştir. Mirac gecesinde yine Ali’yi görmüştür. Mevlana buna atfen “O şeriatta ilim şehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir. İki cihanın sultanı Muhammed, Hakka yakınlık gecesinde, Allah’a kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü Ali’nin nutkunu Ali’den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali’den başkası bulunmaz. Ey efendi benimle boşuna kavga etme. Bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz bir zerreyiz, güneş odur, biz hepimiz bir damlayız, deniz odur.”
Değil midir Hz. Ali’nin ailesi İslam’ı insanlık değerini kanlarıyla ayakta tutan, saki-i Kevser ailesi, Ehlibeyt ailesi. Kim Hz Muhammed’in Ehlibeyti’ni sevmeden ona bağlılıktan ve sevgiden bahis ediyorsa davası batıldır. Kim ehlibeytinin yolundan dışarıda ise İslam’dan söz etmesi batıldır. Batılla da davayı hakka varılmaz kim Hz Ali’yi severse Hz Muhammed’i sevmiş olur kim Onları severse Allah’ı sevmiş olur. Yüce Allah Ehlibeytinin sevgisinden bizi mahrum eylemesin. Ehlibeyt kimi sevdiyse Allah’ta onları sever. Allah’ın sevdiğini bütün Alemler sever. Ehlibeyt’in hoşnut olduğu Allah’ın hoşnut olduğudur. Allah’ın hoşnutluğu bütün alemlerin hoşnutluğudur. Kim onlara buğz ettiyse Allah’ta onlara buğz eder. Cümlemizi ehlibeyte nail eylesin Allah
Ali YÜCE
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
|