KERBELA
Zaman, tüm süratiyle hızla ilerliyordu. İmam Hüseyin, Kerbela çölünde yol döneklerinin ihanetine uğrayıp bir başına kalmış; binlerce kişilik düşman ordusu karşısında yalnızlığını değil, direnişini düşünüyordu.
İslam... Uğrunda nice canlar feda edilmiş, nice zorluklar çekilmiş, nice merhalelerden geçilmiş ve sonra evrensel bir inanç olarak Muhammed Mustafa tarafından hakiki yerini almıştı. Ne var ki, O’nun Hakk’a yürümesinden sonra her şey değişmiş, Müslümanlar çeşitli kimliklere bürünmüşlerdi.
Artık Müslümanlar küffar ile savaşmaktansa birbirleriyle savaşıyorlar; iyiyi kötü, kötüyü iyi görüyorlar; dinlerinin yasakladığı her şeyi gönül rahatlığıyla yapabilmenin gururunu yaşıyorlar; Peygamberin haklarında “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece asla sapıklığa düşmezsiniz” dediği Kuran ve Ehl-i Beyt’ine karşı geliyorlar; hatta daha da kötüsü, onları yok etmeye çalışıyorlardı. Peygamberin yanı başında Ehl-i Beyt’e hürmetten geri kalmayan insanlar, şimdilerde onları ortadan kaldırmak için kılıç kuşanmış, savaşa soyunmuşlardı...
İmam Hüseyin, bir ara bu düşüncelerden sıyrılıp kardeşi Zeynep’ten eski gömleğini istedi. Ehl-i Beyt hatunları şaşırmıştı. Sebebini sorduklarında İmam kederli haliyle cevap verdi:
-Bu zalimler beni katlettiklerinde gömleğimi de ganimet almak isteyeceklerdir. Eğer gömleğimin eski olduğunu görürlerse belki almaktan vazgeçerler de bedenimi çıplak bırakmazlar!
Hz. Zeynep, kardeşi İmam Hüseyin’in gömleğini istediğini görünce ağlamaya, feryat etmeye başladı. Gözlerinden akan kanlı yaşlar inci inci dökülürken çığlık atmamak için kendini zor tutuyordu. Diğer Ehl-i Beyt hatunları Zeynep’e sarılarak onu teskin etmeye çalıştılar. İçlerinden biri Hz. Zeynep’e sordu:
-Neden ağlıyorsun Ya Zeynep? İmam Hüseyin sadece senden eski gömleğini istemişti!
Zeynep, anası Fatıma’nın (s.a) yıllar önce verdiği haberi onlara hatırlattı:
-İmam Hüseyin daha küçük bir çocukken annem bu gömleği dikmişti. Gömleği kimin için diktiğini sordum; “Kardeşin Hüseyin için!” diye cevap verdi. Çok şaşırmıştım. Çünkü o gömlek oldukça büyüktü ve o zamanlar henüz küçük bir çocuk olan İmam Hüseyin için oldukça büyük sayılırdı. Bu şaşkınlığımı anneme de ilettim, annem ağlamaya başladı. Niçin ağladığını sorduğumda “Ey kızım, oğlum Hüseyin bu gömlekle birlikte Kerbela’ya gidecek ve sen de yanında olacaksın. Eğer o an gelir de bu gömleği senden isterse bil ki artık Hüseyin’i bir daha göremeyeceksin, o gün oğlumun şehadet günüdür!” dedi.
Zeynep’in bu sözü orada ki kadınlar, kendilerini tutamayarak ağlamaya başladılar. Herkes kendi acısını unutmuş, İmam Hüseyin'i düşünür olmuştu şimdi. Oğul veren, eş veren, kardeş veren kadınlar şimdi Hüseyin-Hüseyin feryatlarıyla gözyaşı döküyorlardı.
Hüseynî çadırlardaki bu elim sahneler cereyan ederken savaş meydanı birazdan tekrar hırçınlaşacak; Hüseynîleri paramparça eden caniler, bu kez de İmam Hüseyin’i (a.s) parçalamak için savaşacaklardı.
Ehl-i Beyt’iyle son kez vedalaşan İmam, şimdi Kûfelilerin karşısındaydı, ve buyurdu:
-La ilahe illallah, Muhammed-en Resulullah, Aliyyün Veliyyullah, Vasiyyun Resulullah. Selam olsun ceddim Muhammed Mustafa’ya ve onun pak Ehl-i Beyt’ine...
Ey yalancılar! Dönekliğinizden ötürü her iki cihanda da lanetlendiniz! Siz öyle kimselersiniz ki beni istediğiniz, mektuplarınızda bunu binlerce kez tekrarladığınız ve benden yardım dilediğiniz halde, size doğru geldiğimde verdiğiniz onca vaatten döndünüz; kılıçlarla, mızraklarla karşıladınız beni!
Siz ey halk! Bana ve Ehl-i Beyt’ime kılıç kaldırdınız ve bizi katletmek için Yezid ile el ele verdiniz...
En azından kimin neslinden geldiğime, kim olduğuma bir bakın; bakın da kendinize gelin. Hanedanıma saldırmakla elinize ne geçecek bir düşünün.
Ben, Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim; Peygamberin vasîyi, amcasının oğlu ve herkesten önce ona iman eden müminlerin Şah’ı İmam Ali’nin oğlu değil miyim?
Şehitlerin efendisi Hz. Hamza benim ve babamın amcası değil mi; meleklerin sultanı Cafer-i Tayyar benim amcam değil mi?
Acaba Peygamberin, benim ve kardeşim İmam Hasan hakkında “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir” hadisini işitmediniz mi? Eğer beni tasdik ediyorsanız bilesiniz ki bu, Hakkın ta kendisidir; zira ben asla yalan konuşmadım ve eğer yalanlıyorsanız, yine bilesiniz ki, içinizde bu hadisi doğrulayacak insanlar var.
O halde bu hadis, peşimi bırakmanız ve ailemi katletmemeniz için yeterli bir sebep değil mi?
Kûfeliler İmam’ın sözlerinden yeterince etkilenmişlerdi. Şimr melunu Kûfe’lilerin içindeki sessizliği bölmek için araya girdi:
-Kendini neden boşuna yoruyorsun ey Hüseyin, senin gibi bir asiye kim biat eder!
-Ey Şimr, eğer ben asiysem isyanım Yezid’edir ve zaten kıyamım da bu yüzdendir. Ne var ki asıl asileri görmeyecek kadar körleştiğinizin farkında bile değilsiniz; kiminiz asi kesilmiş, kiminiz de asilere ayak uydurmuşsunuz. Dönün de bir arkanıza bakın. Kimin emriyle buraya gelmişsiniz? Hepiniz Yezid’in köleleri değil misiniz? Oysa ki Yezid’in pislikleri herkes tarafından bilinmektedir. Hal böyleyken Allah’ın emirlerine karşı gelen; Muhammedî dini ayaklar altına alan; gününü zina, eğlence ve Hakk dinine iftiralarla geçiren Muaviye oğlu Yezid gibi bir asiye nasıl itaat eder, nasıl Peygamberden hayâ etmezsiniz? Halbuki ben Muhammedî dini yaşatmak, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek için buradayım.
Şimr, İmam Hüseyin’i konuşturdukça daha tehlikeli sözler söylediğini fark etmişti. Bu yüzden karşılık vermekten çekindi. İmam, Şimr’in ve Kûfelilerin sessizliğinden yararlanarak sözlerine tekrar devam etti:
-Yazıklar olsun size! Acaba birini mi öldürdüm, bir başkasının malına zarar mı verdim, yoksa içinizden birini mi yaraladım da üstüme geliyor ve benden kısas istiyorsunuz?
Kûfeliler yine sessizdi. Herkes susmuş, İmam Hüseyin’in nasihatlerle dolu sözlerini dinliyordu. İmam bu kez de birkaç kişiyi muhatap alarak sözlerine devam etti:
-Ey Şebes b. Rubî, ey Haccar b. Ebcer, ey Kays b. Eş’as ve ey Yezid b. Haris! “Bağlar yeşerdi, meyveler olgunlaştı; eğer gelecek olursan bizi, Yezid’e karşı silah kuşanmış bir ordu olarak bulacaksın!” diye bana mektup yazan sizler değil miydiniz; unuttunuz mu yoksa?
Bir müddet yine sessizlik hakim oldu. Daha sonra içlerinden biri kalkarak İmam’ın sözlerini inkâr etti:
-Biz öyle bir mektup yazdığımızı hatırlamıyoruz. Eğer sana öyle bir mektup gelmişse şunu bil ki onu biz yazmadık!
İmam onların bu sözüne bir hayli şaşırmıştı:
-Allah’a yemin ederim ki, o mektubu sizden başkası yazmamıştı. Nasıl da inkâr ediyorsunuz şimdi!
İmam Hüseyin, sözlerini tamamladıktan sonra Kûfelileri teke tek mücadeleye çağırdı. Kûfeliler için onunla teke tek savaşmak en büyük korkuydu, onunla bu şekilde savaşmanın sonunun ölüm olduğunu herkes biliyor, bu yüzden de kimse cesaret edemiyordu.
İmam, askerler arasından bir gönüllü çıkmadığını görünce bu kez komutanları Ömer b. Sâd’a seslendi. Yaşamayı diğerlerinden daha çok seven İmam Hüseyin’in çağrısını yanıtsız bırakmıştı.
Nihayet, “Kûfe’nin en cesur savaşçısı” olarak nam yapmış Temim b. Kahtibe, durumu böyle görünce, onurunu korumak amacıyla İmam Hüseyin’in karşısına çıkabilme cesaretini gösterebilmişti.
Oysa ki Temim melunu, gururunun kurbanı olmuş; yıldırım gibi çarpan İmam Hüseyin, bir göz açıp kapayıncaya kadar amansız kılıcıyla o melunu ortadan ikiye ayırmıştı. Bu arada birkaç grup, ordudan ayrılarak gruplar halinde İmam Hüseyin’e akın etmeye başlamışlardı. İmam, onlardan ikisini de keskin kılıcıyla az önceki melunun yanına gönderince geride kalanlar oldukça korkmuş, kısa sürede ordudaki yerlerine geri dönmüşlerdi.
Ömer b. Sâd, askerlerinin bu haline oldukça öfkelenmişti. Şiddetle onlara bağırdı:
-Yazıklar olsun size! Kiminle savaştığınızı bilmiyor musunuz? Bu adam Ali’nin oğludur. Ali ise zamanında en güçlü ve en cesur savaşçıları alt etmiş bir insandı. Bu yüzden onları yenmek istiyorsanız azar azar değil, toplu halde ya da yüzü aşkın gruplar halinde savaşmanız gerekiyor!
Sâd oğlu, elindeki su tulumunu ağzına boşaltıp iştahla içtikten sonra tekrar bağırdı askerlerine:
-Her taraftan saldırın, dört bir yanını sarın onun!
Kerbela sahrası bir anda toza dumana boğulmuş, ortalık mahşer gününe dönmüştü. İmam Hüseyin ise, bir yandan etrafını saran canilerle savaşırken, diğer yandan da ağlayan Ehli Beyt’in kadınlarına bakıyordu:
-Ah Hüseyin!.. Vah Hüseyin!..
Kerbela’da meydana gelen bu hadise karşısında tarih de sükût etmiyor ve en kanlı sayfasına şu cümleleri işliyordu:
“Yemin ederim ki tarih boyunca kardeşlerinin, çocuklarının, yeğenlerinin ve diğer yakınlarının katledilişlerine, gözleriyle şahit olan ve sayısız düşman kalabalığında bu denli üstünlüğü olan birini hiç görmedim!”
İmam Hüseyin, Yezid ordusuna hücum ettiğinde, önüne çıkanlar öfkeli bir aslanın gazabına uğrayan hayvan sürüsü gibi sağa sola kaçışıyor, kılıcın gölgesinden sıyrılmaya çalışıyorlardı...”
Hal böyleyken Ömer b. Sâd, askerlerine her saniye moral veriyor, ancak bunda başarılı olamıyordu. Hüseyin’in önüne geçmek imkânsız gibiydi. Kargaşa devam ederken şeytani bir ses yankılanmaktaydı Kerbela’da:
-Çadırlar!.. Çadırlara saldırın!
Düşmanla tek başına çarpışmakta olan İmam Hüseyin, ansızın kadınların ve çocukların çığlıklarını işitmişti. Yüzünü hemen çadırlara doğru çevirdi. Ganimet alabilmek için adeta birbirleriyle yarışan binlerce düşman askeri, atlı ya da piyade olarak çadırlara doğru koşuyorlardı. İmam, bu manzara karşısında daha fazla dayanamayarak atının yönünü çadırlara doğru çevirdi, hızla o yöne doğru harekete geçti.
Yüreği şimdi Ehl-i Beyt’i için çarpmakta olan Pir, şimşek hızıyla çadırlara doğru ilerlerken bir yandan da düşman ordusuna bağırıyordu:
-Ey Ebu Süfyan’ın yandaşları! Dininiz yoksa, Hakk-Muhammed-Ali’ye inanmıyorsanız, en azından insan olun; mert olun! Sizin aradığınız ve istediğiniz kişi benim, benimle savaşın! Şu kadınların ve çocukların hiçbir günahı yokken neden onlara hücum ediyorsunuz?
Kûfeliler, nihayet bu sözlerden etkilenerek geri çekildiler. Artık kısa bir süre için dahi olsa, kadınlar ve çocuklar rahat bir nefes alabilmişlerdi.
Yaraların şiddetlendiği; yorgunluğun, susuzluğun ve zaafın arttığı bu sıralarda İmam Hüseyin’in gönlü ikinci bir susuzlukla kavrulmaktaydı: Ruhu adeta uçmak, şehit olan yakınlarına bir an önce kavuşmak istiyordu. Yaralı haliyle olduğu yerden önce Kûfelileri, sonra da Ehl-i Beyt’ini temaşâ etti.
O sırada düşman saflarından atılan bir taş, alnına isabet etmiş, mübarek yüzü bir anda kızıla boyanmıştı. Gömleğinin köşesiyle akan kanları silmeye çalıştı. Ne var ki, üzerine doğru gelen çatallı bir oktan habersizdi. Göğsünün kenarına saplanan bu ok, yüzündeki kanları temizlemeye mecal bırakmamıştı bile. Artık direnci kalmamış, gücü azalmıştı. Zor da olsa birkaç cümle söylemeye çalıştı:
-La ilahe illallah, Muhammed’en Resulullah, Aliyyün Veliyyullah, Vasiyyun Resulullah! dedi…
Daha sonra ellerini semaya kaldırarak Yaratanına seslendi:
-Ey Allah’ım! Sen de pekâla bilirsin ki bu gürûh, yeryüzünde ceddim Muhammed Mustafa’nın en sevdiği ciğerpârelerini katletmededir...
Sonra, dalından kopan kuru bir yaprak gibi atının sırtından yere düştü. Her yanı oklarla delik deşikti. Ak gömleği beyazlığını yitirmiş, kan kırmızı olmuştu.
İmam Hüseyin, son kez yutkundu ve bekledi.
Hüseynî çadırlarda bu sahneyi uzaktan seyreden İmam Hasan’ın en küçük ve geride kalan yegâne oğlu Abdullah, yerinden fırlayarak amcasına doğru koşmaya başladı. Zeynep onun tehlikeye doğru koşmakta olduğunu görünce arkasından harekete geçti. Ancak yetişmesi imkânsızdı. Taze gonca, amcasının aşkıyla öyle koşuyordu ki, düşmanı ve tehlikeyi hiç düşünmüyordu bile.
-Yemin ederim ki, kimse beni amcamdan ayıramaz. Sonum ölüm de olsa amcama son kez sarılıp öpmedikçe geri dönmeyeceğim!
Bu feryatlarla amcasına yetişti Hz. Abdullah. İmam Hüseyin, kardeşi İmam Hasan’ın son yadigârını bir anda kucağında bulunca yerinden doğrulmaya çalıştı. Yaralı haliyle o da son kez kardeş yadigârını öpmek, koklamak istiyordu.
Ancak zalimler bu anı fırsat bilerek çoktan harekete geçmişlerdi bile. Ebhar b. Kâb adlı Kûfeli bir melun, atını onlara doğru sürerek kılıcıyla İmam Hüseyin’e bir darbe daha indirdi. Abdullah, amcasına uzanan bu darbenin önünü almak için kolunu uzattı. Ancak minik el, bu darbe karşısında dayanamamıştı. Artık Abdullah’ın da kolu yoktu. Aldığı yaranın acısıyla feryat etti:
-Ah… Ey babam Hasan! Ya Amcam Hüseyin!..
İmam, kesik kollu Abdullah’ı yaralı bağrına basarak teselli vermeye çalıştı:
-Ey yeğenim! Çektiğin bu işkenceler karşısında sabret. Zira sen de yakında babana ve ceddine kavuşacaksın!
Çok geçmeden Harmile b. Kâmil tarafından atılan bir ok Abdullah’ın cansız bedeninde noktalanmış, minik yavru amcasının kucağında can vermişti.
İmam, yeğeninin cansız bedenini göğsüne çekerek Allah’a seslendi:
-Allah’ım! Yerde ve gökte varolan nimet ve bereketini bu halktan uzak et!..
Zülcenah, üzerindeki okların ve mızrakların ağırlığıyla gitgide çöküyordu. Başını yavaşça gökyüzüne kaldırıp uzunca kişnedi. Yanık sesi neredeyse tüm Kerbela’yı sarmıştı. Yaralarından akan kanlar, güneş ışığının altında parıl parıl parlarken o etine işleyen acıları, bedenindeki kızıllığı hissetmiyor, görmüyordu adeta. Bir ara gözü yerde baygın yatan sahibine ilişti. Birkaç dakika öncesine kadar cesareti, hareketi ve sözleriyle herkesi kendine hayran kılan İmam Hüseyin, toprağı bağrına basmış, kızgın çöl kumları üzerine öylece uzanmıştı. Susuzluk içini yakıp kavuruyordu. Fırat ise adeta ona inat, her zamanki coşkunluğu ve ahenkli akışıyla gözlerinin önünde bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu.
Yaralı at, boş meydanda kendi etrafında dönüyordu. Birkaç kez başını sağa sola sallayıp İmam Hüseyin’e yaklaştı. İmam, kızıl kanlar içinde yerde yatıyordu. Taşların eridiği bu manzara karşısında Zülcenah, gözyaşlarını tutamıyordu. Sahibinin yanı başına diz çöktü. Bedeninden akan kanlara yüzünü sürdü. Bir müddet öylece bekledi.
Düştü Hüseyin atından bu gün sahrayı Kerbela’ya,
Cibril var haber ver Sultan-ı Enbiya’ya…
Gerilerden bu manzarayı seyreden düşman erlerinden biri, yaralı olmasına rağmen Zülcenah’ın güzelliğini fark etmiş olacak ki, heyecanla arkadaşlarına seslendi:
-Şu ata bakın hele, peygamber atı olsa gerek!
Atlılar sahipsiz Zülcenah’ı başıboş görünce hemen meydana atılmış, etrafında halka oluşturmuşlardı. Acımasız düşman ordusu yaralı atı da ganimetleri arasına alabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyordu.
Oysa ki Zülcenah oldukça öfkeliydi. Sahibinin başucundan kalkarak etrafında daire çizen kalabalığa doğru hücum etti. Onca insan yığını arasında İmam Hüseyin’in feryadına ondan başka cevap veren yoktu. Şaha kalkıp ön ayaklarıyla karşısına çıkanları geri tepiyor, bazen de çifte atıp arkadan yaklaşmaya çalışanları ağır yaralıyordu.
İmam Hüseyin, yorgun gözlerini yavaşça aralayıp Zülcenah’a baktı. Bir at ki, azgın kurtlar onu yere serebilmek için var güçleriyle pençelerini savuruyor, ancak bunda başarılı olamıyorlardı.
Rey ve Gorgan valiliği için dünyasını ahiretine tercih eden Ömer b. Sâd, askerlerini muhatap alarak seslendi:
-Atı kendi haline bırakın!
Bu emri işiten atlılar çarçabuk atın etrafından uzaklaştılar. Yaralı at, masumane bakışlarıyla etrafını süzüyordu şimdi. Yorgun adımlarla efendisinin yanına tekrar geri döndü. Yanına vardığında diz çöküp efendisini seyre koyuldu. Hüseyin, yere düşen bir yıldız gibiydi. Kerbela’nın kızgın topraklarıyla sarmaş dolaş yatarken bütün vücudu zerre zerre acı çekiyordu. Göz kapaklarını zor hareket ettirebiliyor, etrafını güçlükle seyredebiliyordu. Yaralarından boşalan kanlar neredeyse tükenmek üzereydi. Rengi gitgide soluyor, yaprak gibi sararıyordu. Kanla dolan gözlerini yavaş yavaş araladı. Düşman ordusu susmuş, sesler kesilmişti. İçlerinden biri, İmam’ı fark eder fark etmez arkadaşlarına seslendi:
-Yaşıyor, Hüseyin yaşıyor!.. dedi…
Ömer b. Sâd, bir an evvel zaferin meyvelerini yemek, Rey ve Gorgan valiliğini ele almak istiyordu. Askerlerinin ganimet toplamakla meşgul olduğunu görünce öfkeyle bağırdı:
-Askerlerim! Şimdi ganimetin sırası mı? Bir an önce Hüseyin’in başını getirin bana!
İmam’ın yanına yaklaşma cesaretini gösteremeyen erler, etraftan taş ve sopa toplayarak İmam’ı taşlamaya başladılar. Üzerine gelen taşlardan ve sopalardan kurtulmak, yorgun bedenini düşmana karşı savunmak isteyen İmam, bu amaçla yerinden doğrulmaya çalıştı ancak, bedenini yerden kaldıracak kadar güç bulamadı kendinde. Bu mazlumiyetine dayanamayıp feryat etmeye başladı:
-Ey Dedem Muhammed Mustafa! Ah ey babacığım, Ya İmam Ali! Ya kardeşim Hasan! Ya Amcam Hamza! Ey kimsesizlik, ey dostların azlığı! Mazlum olarak katlediliyorum; ceddimin Muhammed Mustafa olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Babamın Aliy’el-Murtaza olduğunu bildikleri halde nasıl bunu yapabiliyorlar? Beni yalnız bırakıyorlar; anamın Fatıma Zehra olduğunu bildikleri halde bunu nasıl yapabiliyorlar?
İmam, bu sözlerini tamamladıktan sonra baygınlık geçirdi ve yere uzandı. Bir süre baygın kaldı. Bu fırsatı ganimet bilen Malik b. Bisr el-Kindî adlı bir melun öne çıkarak İmam’ın üzerine doğru at koşturdu. Yanına yaklaştığında çirkin sözler söyledi ve kınından çıkardığı kılıcıyla başına büyük bir darbe indirdi. Başındaki sarık az da olsa başına inen darbeyi hafifletmişti ancak, yine de yara almasına mani olamamıştı. İmam, aldığı darbenin etkisiyle ayılmış, zor da olsa gözlerini aralayarak karşısındaki düşmanını görebilmişti. Başından ak sakallarına doğru süzülen kanları silmeye çalışırken bir yandan da Malik’e seslendi:
-Allah’tan dilerim ki bundan böyle bana vurduğun elinle yemek yiyemeyesin, su içemeyesin; ey melun, Allah seni zalimlerle haşretsin!
O sırada Şimr de hızını alamayarak öfkeyle askerlerine çıkıştı:
-Ne yaptığınızı sanıyorsunuz ey melunlar! Oyalanmayı bırakın da bir an önce bitirin şu adamın işini!
Bu söz üzerine Kûfeliler harekete geçtiler. Şimr’in emrine karşılık veren ilk melun Zür’at b. Şerik idi. Kılıcını şahlandırıp Hüseyin’in yanına koştu. Var gücüyle İmam’ın omzuna bir darbe indirdi. İmam onca yarasına rağmen olanca gücüyle Zür’at’in darbesine karşılık verdi. İmam’ın beklenmedik saldırısıyla karşı karşıya kalan Zür’at, aldığı yarayla oracıkta öldü.
-Allah’ım, yolundan sapıtmışların gazabından sana sığınırım!
İmam Hüseyin, Zür’at’i öldürdükten sonra böyle yakardı rabbine. O, gücünün son haddine, kanının son damlasına kadar Yezidîlerle çarpışmayı ahdetmiş bir savaşçı idi ve ancak Allah’ın dilediği saatte can verecekti. Bedeni yaralarla adeta iç içeyken dahi savaşma gücünü kendinde bulabilmiş, zor da olsa düşmanının saldırısına karşılık verebilmişti. Ne var ki düşman, bitmek tükenmek bilmiyordu. Her gidenin ardından bir yenisi daha geliyor, her yaranın ardından bir yara daha alıyordu.
Şimr, yine askerlerine seslendi:
-Ateş getirin, Hüseyin’in çadırlarını içindekilerle birlikte yakalım!
İmam, Şimr’e dönerek cevap verdi:
-Ehl-i Beyt’imi ateşe vermek için ateş mi istiyorsun? Allah da seni nefsinin ateşi ile yaksın!
O sırada Kûfeli melunlardan kırk kişilik bir grup meydana atılıp İmam’ın etrafında halka oluşturdu. Hüsayn b. Nümeyr, İmam’ın mübarek dudaklarına bir ok sapladı; Ebu Eyyub Ganevî, mızrakla göğsünün yukarısını yaraladı; Nasr b. Hurşe ve Amr b. Halife el-Câfî kılıçlarıyla İmam’ı ensesinden yaraladılar. Salih b. Vahab da mızrakla darbe indirince İmam tekrar yere düştü ve yerinden kalkamadı. Sinan b. Uns, yanına varıp başını elleri arasına aldı. Mızrağa bağladığı bir halka ile İmam’ın başını sıkıştırdı, sonra da mızrakla göğsünde derin bir yara açtı. Ardından torbasından bir ok çıkarıp yakın mesafeden İmam’ın karın boşluğunu nişan aldı. İmam, düştüğü yerden elini karnına götürüp oku çıkarmaya çalıştı. Onca yaradan sonra oku çıkaracak gücü kalmamıştı. Çıkarmaya çalışırken okun dışarıda kalan kısmı kırıldı.
O sırada Ömer b. Sâd, askerlerine sesleniyordu:
-Bırakın oyalanmayı da bir an evvel başını getirin bana!
Emri duyan askerlerden öne çıkan ilk kişi Şebs b. Rubî idi. Şebs, kılıcını eline alarak kendinden emin bir şekilde İmam Hüseyin’e doğru yürümeye başladı. Hüseyin’in karşısına çıkan her Kûfeli gibi, o da efendisi Ubeydullah b. Ziyad ve Yezid tarafından ödüllendirilmek istiyordu. Ancak, diğer taraftan İmam’ın Peygamber’e olan yakınlığı ve manevi gücü onu korkutuyordu. Bunları düşünürken ansızın yerde yatan İmam Hüseyin ile göz göze geldi. İmam’ın kızgın bakışları şimşek gibi bedenine işlemişti sanki. Bir anda bedeni titremeye başladı. Kendisine hakim olamıyordu. Az önce öfkeyle havaya kaldırdığı kılıcı elinden sıyrılarak yere düştü. Olanları uzaktan seyredenler de bu duruma bir anlam verememişlerdi. Birkaç dakika sonra kendine gelen Şebs, kılıcını bile almadan hızla oradan uzaklaştı. Bazıları onun bu haline gülerken, bazıları da oldukça kızmışlardı. Çirkin, kısa endamlı ve oldukça haşin biri olan Sinan b. Uns, Şebs’i o halde görünce yanına yaklaşarak öfkeyle çıkıştı:
-Nesli kesilesice herif! Savunmasız ve zayıf bir insanı öldüremeden nasıl geri dönersin? Niçin korktun?
Şebs, henüz korkusunu yenmiş değildi. Soluk soluğa cevap verdi:
-Onunla göz göze gelinceye dek her şey yolundaydı. Karşı karşıya geldiğimizde bedenimi bir anda korku sardı, gücüm azaldı, nefesim kesildi. Ölecek gibi oldum. Bakışlarında Resul-u Ekrem’i görür gibiydim. Öfkeyle bana bakıyordu. Anladım ki, onu öldürmek bana göre bir iş değilmiş!
Sinan, Şebs’i küçümsercesine büyük bir kahkaha attı. Kılıcını çıkarıp Şebs’e seslendi:
-Ey Şebs, şu kılıca iyice bak; Hüseyin’in başını ancak bu kılıç keser ve o da ancak benim elimde çalışır!
Sözünü tamamladıktan sonra atını koşturarak İmam’ın yanına vardı. Henüz atından inmemişti ki, o da önceki melun gibi tir tir titremeye başladı. Kılıcı elinde olmadan yere düştü. Ne yapacağını şaşırmıştı. Ayaklarıyla atını tartaklayarak hemen oradan kaçtı.
Bu kez de Şimr melunu Sinan’ın karşısına çıkarak onu azarladı:
-Az önce Şebs’e kızan sen değil miydin?
-Evet, kızmıştım.
-O halde sen neden öldürmedin? Yaralı ve çaresiz bir insandan korkup kaçmayı nasıl kendinize yakıştırabiliyorsunuz?
Sinan, soluk soluğa cevap verdi:
-Şebs’e hak veriyorum şimdi. Gerçekten de onu öldürmek kolay değil. Bakışlarında babası İmam Ali’nin hışmını ve şiddetini gördüm, dayanamayıp kaçtım.
Ömer b. Sâd askerlerinin korkaklığını gördükçe küplere biniyordu. Öfkesinden ne yapacağını, askerlerine ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Yine Rey ve Gorgan valiliği gelmişti aklına: Yemyeşil bir tabiat, bol sulu ve mahsullü araziler ve zengin insanlar... Bunları düşündükçe sevinçten çıldırıyordu adeta. Nihayet beklediği zafer anı gelip çatmış, kendisini vali olduğuna dair iyice inandırmıştı. Ne var ki, vali olabilmesi için İmam’ın başının mutlaka kesilmesi gerekiyordu. Başka çaresi yoktu. Efendisi Yezid öyle emretmişti çünkü. Ordusunun önüne geçerek öfkeyle bağırdı:
-İçinizde korkak olmadığını ispatlayacak kimse yok mu? Yaralı ve zayıf bir insanı öldürmek nasıl sizi korkutabiliyor, şaşıyorum doğrusu!
Askerleri galeyana getiren bu sözlerin ardından Havlâ b. Yezid Asbahî atıldı meydana. Havla, yüksek sesle Ömer’e seslendi:
-Ey emir! Artık bu işi olmuş bil, Hüseyin’in başı az sonra elinde olacak!
Ömer b. Sâd gülümseyerek cevap verdi:
-Haydi bakalım, göreyim seni!
Havlâ, İmam Hüseyin ile karşı karşıya geldiğinde öncekiler gibi, o da korkmaya başladı. Tüm bedeni korkudan titriyordu. Kılıcını atıp hemen oradan uzaklaştı.
Çatık kaşı, örtülü siması ve gaddarlığıyla meşhur Şimr, o melunun da önüne geçerek şiddetle azarladı:
-Korkak adamlar! Zaten bu işi benden başka kimsenin yapabileceğine inanmıyordum. Şimdi görün bakalım!
Daha sonra yavaş adımlarla atına doğru yaklaştı. Kılıcını çıkarıp eline aldı. Sonra atına binerek İmam’ın yanına vardı. Öfkeyle karşısına geçip bir müddet bekledi. Gitgide solmakta olan İmam’ın başını yerden kaldırmasını bekliyordu.
Nihayet İmam da gözlerini açmıştı. Başını kaldırıp karşısında duran kimseyi iyice süzdü. Yüzü örtülüydü. Zaten gözlerine dolan kanlar nedeniyle de insanları seçmede oldukça zorlanıyordu.
Şimr, İmam’ın düşmanlarını dehşete düşüren haşin bakışlarına hedef olmadan bir çırpıda üzerine çullandı. Ayaklarını iki tarafa salıp ensesine oturdu. Sonra da öfkeyle seslendi:
-Ben az önceki korkaklara benzemem; seni öldürmek, benim için bir şeref olacak!
İmam yerinden doğrulamayacak kadar takatsizdi. Sırtında oturan Şimr melununu muhatap alarak konuşmaya başladı:
-Ey yabancı! Oturduğun yerin Resulullah’ın bûsegâhı olduğunu biliyor musun? Yumruğunla bastırdığın boynumu, Resulullah defalarca öpmüştür!
-Beni tanımıyorsun galiba?
-Kimsin sen?
-Bana Zülcevşen oğlu Şimr derler.
-Peki, sen beni tanıyor musun?
-Çok iyi tanıyorum: Sen Murtaza Ali oğlu Hüseyin’sin; annen Fatıma Zehra, ceddin Muhammed Mustafa, ninen de Hatice’dir.
-O halde vay haline! Beni bu denli tanıdığın halde nasıl öldürmeyi düşünebiliyorsun?
-Muaviye oğlu Yezid’in vereceği hediyeler için!
-Senin katında ceddim Muhammed Mustafa’nın şefaati mi daha değerlidir, Yezid’in hediyeleri mi?
-Bilesin ki, benim yanımda Yezid’in hediyeleri, ceddin Muhammed’in şefaatinden daha değerlidir!
-Madem beni katledeceksin, bir içimlik su ver öyleyse!
-Yemin ederim ki, ölümü tatmadıkça su içemeyeceksin! Hem siz iddia etmiyor musunuz; “Babam İmam Ali Kevser Havuzu’nun sahibidir, onu seven Kevser Havuzu’ndan su içer” diye? O halde sen de sabret, pek yakında babanın elinden su içersin!
-Sabrederim, ancak ölmeden önce yüzünü göster bana.
Şimr, İmam’ın üzerinden kalkıp karşısına geçti, elini yavaşça suratına götürdü. Çatık kaşlarını, keskin gözlerini İmam’ın kızıl simasında sabitleştirip öfkeli bir edayla yüzündeki örtüyü açtı. Saçları domuz kılı kadar dik ve sertti. Suratı ise adeta bir köpek suratını andırıyordu. Bu çirkin simayı gören İmam, yüzünü gökyüzüne çevirerek cevap verdi:
-Ceddim Resulullah doğru söylemiş!
-Ne söylemiş ceddin benim hakkımda?
-Resulullah, babama “Oğlun Hüseyin’i domuz saçlı, köpek suratlı biri katledecek!” diye haber vermişti.
Şimr, bu cevaba oldukça öfkelenmişti. Aynı edayla cevap verdi:
-Yemin ederim ki, ceddin Resulullah beni köpeğe benzettiği için başını bedeninden ayırtacağım!
Bunun üzerine İmam ikinci kez Şimr’i uyardı:
-Madem beni şehit etmeyi aklına koymuşsun, o halde uyarayım seni; yemin ederim ki, beni öldürdükten sonra çok az bir süre yaşayacaksınız. Bu sözü babam, ceddim Resulullah’tan nakletmiştir!
Şimr, İmam’ın sırtına çıkıp on iki darbeyle mübarek başını bedeninden ayırdı. Merhamet duygusundan yoksun, zinadan türemiş bu soysuz, Yezid’in vereceği hediyelerin hayaliyle işlemişti bu cinayeti. Kesik başı eline alırken sevinçten neredeyse çılgına dönmüştü:
-Şahit olun, herkes şahit olsun, hepiniz gördünüz; Hüseyin’in başını ben kestim, onu ben öldürdüm! Müminlerin emiri Yezid’e bunları anlatın.
Arkadaşlarına seslendikten sonra yerden bulduğu bir mızrağa İmam’ın mübarek başını geçirerek havaya kaldırdı. Kesik başı sevinç çığlıklarıyla bir sağa, bir sola sallarken onunla birlikte Kûfeliler de bağırıyor, Ömer b. Sâd’a müjde veriyorlardı:
-Müjdeler olsun ey emir, işte Şimr ve işte Hüseyin’in başı!..
-Allah-u ekber, Allah-u ekber, Allah-u ekber!
-Müminlerin emiri Yezid’e hediyemiz olsun!
Oysa ki, geride kalan başsız beden hâla can çekişiyor, yerde kıvranıyordu. Peygamber yadigârı İmam Hüseyin, Yezid’e karşı geldiği için kâfirlikle itham edilmiş; anasının, babasının, dedesinin, ninesinin ve kardeşinin onunla olan kan bağları göz ardı edilmiş; Resulullah’ın emaneti ayaklar altına alınmıştı. Yezid gibi bir zina zadeyi “müminlerin emiri” diye anan bu halk, İmam’ın katledilişini, bir kâfirin ortadan kalkması manasına getirerek ardından “Allah-u Ekber” nidalarıya sevinçlerini dile getirmişti. Onlar zahirde seviniyorlardı ama, Ehl-i Beyt’in ağzından kesinlikle yalan çıkmadığına da imanları vardı. İmam’ın “Benden sonra çok az bir süre yaşayacaksınız” sözü, onların kulaklarında yankılanıyor; akıbetlerinin nasıl olacağı, yakın gelecekte başlarına ne geleceği korkusu hepsini tasalandırıyordu.
Güneşin batmak üzere olduğu gurup vaktinde bedenin sakinleşmesiyle birlikte gökyüzü kızıllaşmaya, tufanlar esmeye, yer sarsılmaya başlamıştı. Çadırlardan ganimet toplama hevesine kapılan Kûfeliler, bir an için kıyametin koptuğunu sanmışlar, korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Sanki Nuh tufanı kopuyordu. Ne var ki Allah, bu küstahlıklarını cevapsız bırakmamış, ikinci bir belayla onları cezalandırmıştı.
Şimdi de Kûfeliler böyle bir belayla karşı karşıya geldiklerine inanıyorlardı. İçlerinden gizli gizli tövbe edenler bile vardı:
-Allah'ım, bizi bağışla!
-Peygamberinin ciğerparesini öldürmek istemedik, Yezid'in emrine uyduk, bizi o bu yola sürükledi.
İçlerinden bir grup da İmam’a ve ailesine karşı kılıç kaldırmadığını öne sürüyor, Hakkın dergâhında bu bahaneyle teselli arıyordu:
-Allah'ım, sen de biliyorsun ki ben İmam Hüseyin'e karşı kılıç kaldırmadım; onlara karşı benden bir zarar gelsin istemedim. Ancak Muaviye oğlu Yezid bizleri korkutmadaydı. Savaştan kaçanları öldürtüyordu. Ne geriye kaçmamız mümkündü, ne de savaşmamız. Kılıçlarımızı kınlarından çıkarmadık ve Peygamber evladına bir zarar vermedik. O halde bağışla bizleri!
Oysa, ölümün gölgesini üzerlerinde hisseden Kûfeli melunlar, tufanın durması, gökyüzünün susmasıyla az önceki pişmanlıklarını unutup tekrar çadırlarına saldırmaya başladılar.
On binlerce düşmanın saldırısına maruz kalan çadırlar, artık savunmasızdı. Henüz İmam’ın şehadetinden haberleri olmayan küçük yavrular bir anda üzerlerine doğru at koşturan kalabalığa bir anlam verememişlerdi. Babalarını, amcalarını, dayılarını ve tüm yakınlarını kaybeden minik yavrular, vahşi kurtlar gibi üzerlerine saldıran Kûfeli melunların ellerinden kurtulabilmek için sağa-sola kaçışıyorlar; kâh feryat ediyorlar, kâh ağlıyorlardı. Düşman ordusu ellerine geçirdikleri minik yavruları acımasızca kırbaçtan geçirip zincirlere bağlarken kaçmaya çalışanlar gözyaşlarıyla efendileri İmam Hüseyin'e sesleniyorlardı:
-Ya Hüseyin yetiş, bizi dövüyorlar!
Ne var ki, Hüseynîler artık hayatta değillerdi. Onlar, savaşmak için meydana atıldıklarında eşlerine ve çocuklarına yapılacak bu zulümlerden haberdarlardı. Ancak, bu yolu kat etmek için can vermekten başka çareleri de yoktu. Artık geriye dönüşün olmadığı Kerbela Sahrası'nda Hüseynîlere karşı konuşan kılıçlar susmuş; yerini kadınlara, çocuklara ve hastalara karşı konuşan acımasız kırbaçlar almıştı. İçler acısı bu manzaralar karşısında vicdanlar eriyip suya dönüşürken vicdandan yoksun Yezîdilerse avazları çıktığı kadar sevinç naraları atıyor; kesik elleri, kesik başları mızraklarının ucuna takarak lime lime edilmiş Hüseynîlerin bedenleri üzerinde at koşturuyorlardı.
Yanan çadırların az ilerisinde bir araya toplanıp gözyaşları döken elleri ve ayakları zincirlere bağlanmış birkaç Ehl-i Beyt hatunu arasında bir kadın daha vardı ki ellerini gökyüzüne kaldırmış Hakk-Muhammed-Ali diye haykırıyordu…
Zeynep!..
Bir kadın ki, göğsünde İmam Ali'nin ruhunu taşıyordu; Kerbela faciasının ardından da Eyyüb'ün sabır elbisesini kuşanmıştı. Düşmanın karşısında vakarla yürüyordu. Hüzünlüydü, yüreği paramparçaydı, ama vakarla yürüyordu; az önce Yezidilere karşı at koşturup kılıç savuran fedailerin cansız bedenlerinin arasından geçip kardeşinin başsız bedeninin yanına gelinceye kadar... İnci inci gözyaşlarına mani olamamıştı ister istemez. Elinin tersiyle gözyaşlarını silip tekrar ilahi dergâha ellerini kaldırdı:
-Ey Muhammed Mustafa! Melekler sana haber göndersin. İşte bu, İmam Hüseyin'dir; al kanlara bulanmış, bedeni paramparça edilmiş Hüseyin. Torunların esir edilmişlerdir. Şikâyetimizi ol Allah’adır. Şikayetimiz Muhammed Mustafa'yadır, İmam Aliy-el Murtaza’yadır.
Ey dedem Muhammed Mustafa! Bad-ı Saba'nın serin yeliyle üzeri kumla örtülen şu cansız bedenin sahibi, senin biricik Hüseyin'indir.
Ey Yezid! Ne yazık! Ne yazık ki bugün, Peygamberin göz nurunu katlettin.
Zeynep ceddi Resul-u Ekrem'e ve yegâne yaratıcısına şikâyet elini açmışken kardeşi İmam Hüseyin'in başsız bedenine bakıp sessiz sesiz ağlıyordu. Gözyaşlarına hakim olamıyordu ama, feryat etmemek için de kendini oldukça zorluyordu. Kardeşinin cansız bedenini son kez ellerine bağrına bastı. İmam Hüseyi’nin cansız bedeninden ılgıt ılgıt kanlar, Kerbela’nın kumlarına akıyordu.
O sırada gözleri kesik başlara ilişti. Mızrak uçlarına geçirilmiş kesik başlar!.. Her biri bir nur gibi ışık tutuyordu Kerbela'ya. Özgürlüğü, zulme köle olmamayı, zillete boyun eğmemeyi haykırıyordu bu başlar. Zalimlerin zafer coşkusuyla havalandırdıkları kesik başları gören Zeynep, yüksek sesle bağırdı:
-Mızrağa geçirdiğiniz başın sahibi kimdir, siz bilmiyor musunuz? O, cennetteki gençlerin efendisidir. Babam İmam Ali’ye ant olsun ki, kardeşim Hüseyin asla ölmeyecek.
Vahşi kurtların saldırısından kurtulabilen İmam Zeynel Abidin’de oradaydı. Hasta haliyle zor da olsa halası Zeynep'i bulabilmişti. O da halasının feryadına karşılık verdi:
-Halam Zeynep! Babam Hüseyin’in başı nerededir?
İmam Zeynel Abidin babası İmam Hüseyin’in cansız bedenine öyle bir sarıldı ki, Yezid’in tüm askerleri bir araya gelse onları birbirinden ayırtamazdı. Zeynep yeğeninin göz yaşlarını elleriyle sildi ve ağlayarak konuşmaya başladı.
-Ey kardeşimin oğlu, pek yakında Kûfe'ye götürecekler bizi.
-Ey halacığım, Kûfe'ye esir olarak mı ayak basacağız?
-Hayır, biz değil onlar nefislerinin esirleridirler.
-Peki ellerimize ve ayaklarımıza bağladıkları bu zincirler ne olacak?
-Hakk-Muhammed-Ali’de onları zincirlere bağlasın!