|
|
|
MENÜ |
|
|
|
SİTE İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİZİ zakir_mesut@hotmail.com ADRESİNE BİLDİRİNİZ... Bugün 78 ziyaretçikişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
FORUMLAR |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
FORUMLAR - Genel bakış
=> Daha kayıt olmadın mı?
Sınıf | Postalar | Son kayıt: | Örnek forum Bu forumu Sitene Giris sayfasındaki Ekstralar=>Forum=>Kategoriler den yönetebilir, silebilirsin | 2 | Zakir 21.07.2008, 13:04 (UTC) | Dört Kapı,Kırk Makam Nedir? Dört Kapı Kırk Makam
Ela gözlü pirim geldi
Duyan gelsin işte meydan
Dört kapıyı kırk makamı
Bilen gelsin işte meydan.
Ben pirimi hak bilirim
Yoluna canım veririm
Dün doğdum bugün ölürüm
Ölen gelsin işte meydan.
Bağ olan yerde bağ olur
Gül olan yerde hav olur
Bu sitemler cok zor olur
Çeken gelsin işte meydan.
Şah Hatayi der sırrını
Ortaya koymuş serini
Nesimi gibi derisin
Yüzen gelsin işte meydan.
Dört kapı, Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarıdır. Her kapının on makamı vardır.
Dört kapının Kur’an’daki yeri ise şöyledir: Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.[1]
Bu ayetin yorumu ise şöyledir: Rabbinizden bir öğüt, “Şeriat kapısı”dır, gönüller derdine bir şifa, “Tarikat kapısı”dır, inananlara bir kılavuz, “Marifet kapısı”dır, bir rahmet ise,“Hakikat kapısı”dır.
Soru 96: Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat nedir, bunları açıklar mısınız?
a) Tasavvuf dilinde şeriat; bir inancın uygulama biçimidir, yani bir inancın yol ve erkânından haberdar olmaktır.
b) Tasavvuf dilinde tarikat; yoldur ve inancın temel gereklerini yerine getirmiş kişinin olgunlaşmaya başlama aşamasıdır. Bu aşamaya gelen kişi, artık yol evladıdır.
c) Tasavvuf dilinde marifet; Allah’ın birliğine ve bu birliğin insan tarafından algılanış biçimlerine vakıf olmaktır, yani kemâl mertebesine ulaşmaktır.
ç) Tasavvuf dilinde hakikat; bir şeyin hakikatine vakıf olmaktır. Yani, Allah’ın ulihiyyetini anlamak ve tüm gerçekleri kavramak halidir. Bu aşamaya gelmiş kişiye, olgun insan, İnsan-ı Kâmil de denir.
Bu makam, manâ âlemidir, yani bu makamda yer ana, gök atadır. Biraz daha açarsak yer, “şuhud âlemine; gök, mana âlemine işarettir. İnsan ise her iki âleme bağlı olarak, bu iki âlem arasında gidip gelmektedir. Buna örnek olarak Kur’an’-da şöyle denmektedir: Semavati vel arda kâneta retkan fe fetaknahüma ve cealna minel mai külle şey’in hay.[2]
Anlamı: Gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık, her canlı şeyi, sudan yarattık.
Soru 97: Şeriat kapısı ve şeriatın on makamı nedir?
Şeriat: Hz. Peygamber’in koymuş olduğu dünyanın tertip ve düzeni ile ilgili kurallardır. Hz. Peygamber’imiz, dünyanın tertip ve düzeni dolayısıyla herkes ile ilgili olan şeriatını tüm ümmetine, açık olarak bildirmiş, fakat yüksek kişilere mahsus olan hakikat ilmini, yani Kur’an’ın iç yüzünü, din ve vahdet sırlarını, “gerçeği halka akılları erdiği kadar açıklayınız” anlayışı içerisinde, sadece ashabının en ulularına ve Ehl-i Beyt’ine gizli ve açık olarak bildirmiştir.
İşte, dört kapının birincisi olan şeriat kapısı da Hz. Peygamber’in, gerçeği halka, akılları erdiği kadar açıklayın dediği, ilk kapıdır. Ancak bu şeriat kapısı, Alevi İslam inancının şeriatıdır.
Dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamı ise, doğru itikat ve amel ile hizmet edip, Cenabı Allah’ın cemalini görmeye çalışmanın sırlarıdır. Bunun için de halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı içerisinde insanlara hizmet ve izzet ederek Alevi şeriatı ölçüleri içerisinde tamam olmaktır.
Şeriat kapısının makamları ise şunlardır:
1- İman etmek: Şu Kur’an ayetinde: “Resul, Rabbinden indirilene inanmıştır; müminler de hepsi: Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, resullerine inanmışlardır.” [3] deniyor.
Öyle ise her mümin: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en Abduhu ve Resûluhu” diyerek kelime-i şahâdet edecektir. Böylece Allah’ın tek olduğuna ve Hz. Muhammed’in O’nun Abdi ve Resulü olduğuna şahâdet etmiş olacaktır. Meleklerine, kitaplarına, resullerine inandığına şahâdet ederek, iman etmiş olacaktır.
2- İlim yapmak: Bir kimse ilim sahibi olmalı ve böylece önce kendi ailesine ve etrafındaki kimselere fayda sağlamalıdır. Çocuklarını okutup, onları da milletine ve devletine faydalı insan olarak yetiştirmelidir. Pirmiz Hünkâr Hacı Bektaş-i Veli Hazretleri: “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” demiştir. Kur’an’ın pek çok yerinde, “o aklını kullananlar var ya” denilmektedir. Ancak, akıllı ve ilim sahibi kimseler, aklını kullanabilir. Bir hadiste: “Âlimin bir saatlik ibadeti, cahilin yetmiş yıllık ibadetinden üstündür” deniyor.
Gerçek Hakk yolcusu, İlm’el-Yakin, Ayn’el-Yakin ve Hakk’el Yakin ilimlerinden haberdar olmalıdır.
3- İş veya meslek sahibi olmak: İş ve meslek sahibi olup, hem kendine, hem ailesine, hem de etrafındaki kimselere faydalı üretimde bulunmaktır. Kur’an’da, De ki: “İş yapıp değer üretin; yapıp ürettiklerinizi, Allah da resul de müminler de görecektir” [4]deniyor.
4- Helal kazanç sağlamak: Harama el uzatmadan, alnının teriyle çalışıp, ailesinin geçimini sağlamaktır.
5- Nikah kıyıp dünya evine girmek: Evlenip kendi helaliyle çoluk çocuk sahibi olmak ve hiçbir vesile zinaya tevessül etmemektir.
6- Helal kazanç ile sofra sermek: Bu da el emeği ve alın teri ile ailesinin iaşesini sağlayarak, ailesine haram lokma yedirmemektir.
7- Şefkatli olmak: Her an güler yüzlü ve merhametli olmak, insanları sevmek ve ihtiyaç sahiplerine elinden geldiğince yardımda bulunmaktır.
8- Temiz giyip, temiz yemek: Toplum içerisinde her zaman temiz görünümlü olmalıyız, kimseyi kendimizden nefret ettirmemeliyiz. Giysilerimiz, eski olabilir ama, her an yıkanmış ve temiz olmalıdır. Yiyeceklerimize gelince, Cenab-ı Allah’ın vermiş olduğu o nimetlerin helalından ve temizinden yiyip, bedenimizi ve sıhhatimizi korumalıyız.
9- Hoşgörülü olmak: Etrafımızdaki kimselerin bize olan yanlış hareketlerini, anlayış içerisinde karşılamalıyız. Eğer yanlışları varsa, onları incitmeden uyarmalıyız, kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız. Tüm yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeliyiz.
10- Yaramaz işlerden sakınıp, doğruya yönelmek: Eline, diline ve beline sahip olup, tüm kötü fiillerden uzak durmalıyız. Kendimize yapılmasını istemediğimiz herhangi bir şeyi, başkasına reva görmemeliyiz.
Bir kimse ikrar verip Hakk, Muhammed, Ali yoluna girebilmesi için, yukarıda açıklamaya çalıştığım dört kapının birincisi olan Alevi İslam’ın şeriat kapısının makamlarını, tekmil yerine getirmelidir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek şeriat kapısını tamamlamış sayılır ve böylece Hakk-Muhammed-Ali yoluna girmeye hak kazanmıştır.
Alevi İslam inancına göre, bu yola girmek isteyen kimse, önce bir rehbere teslim edilir. Rehber, bu yola yeni girip ikrar verecek olan bir talibe, uzun zaman yol ve erkân usullerini, dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamını öğretir ve bu öğrendiklerini, hayata geçirmesini sağlar. Bu on makamın vecibelerini yerine getiren bir talip, Hakk yoluna girmeye hak kazanmış demektir. Rehber, yapılan bir merasimle bu talibi veya talipleri, mürşidin huzuruna getirir.
Rehber, “Esselâm’ü aleyküm ey şeriat erenleri!”
“Esselâm’ü aleyküm ey tarikat erenleri!”
“Esselâm’ü aleyküm ey marifet erenleri!”
“Esselâm’ü aleyküm ey hakikat erenleri!” diyerek taliplerle birlikte kapıdan içeri girip mürşidin huzurunda “dâr”a dururlar. Mürşit, her selâm için mukabelede bulunduktan sonra ikrar verecek olan kimselere: Sırası ile şeriatın on makamını ve bu makamları hayata geçirip geçirmediğini sorar. Taliplerin, “eyvallah” demeleri üzerine, hazır bulunan cemaatan sorar. Cemaat da “evet biz kendilerine kefiliz” derler.
Bunun üzerine rehber sol başta, talipler onun sağında sağ el göğüs üzerinde, sol el yana sarkıtılmış olarak, mürşidin önünde dâra dururlar. Rehber: “Koç-kuzu kurbanımız var tercümanını okuyarak” taliplerin bu yola girmesi için talepte bulunur. Burada önemli olan şudur. Her talip bulunduğu makamdan, bir üst makama geçmek istediğinde, aynı yol izlenir. Uygulama ve geniş tafsilat, ikrar verme erkânında anlatılmıştır.
Soru 98: Tarikat kapısı ve tarikatın on makamı nedir?
Tarikat kapısı, bu yolun gerektirdiği işlerde uzun yıllar hizmet ile gönül dileğini ve kalp isteğini bulup yol ehline muradını vermektir. Bu hizmet sonunda marifet makamına erişerek keramet göstermek ve bu suretle de bulunduğu makam ölçüleri içerisinde kâmil olmaktır.
Tarikat kapısının makamları ise şunlardır:
1- Bir mürşide talip olup, ikrar vermek: Hakk, Muhammed, Ali yoluna girmek isteyen bir kimse, önce bir mürşide talip olup ikrar verir. Burada tarikat kapısının on makamını tekmil, öğrenir ve fiiliyata geçirir.
2- Musahip kardeş edinerek dört gönlü bir etmek: Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip, bu makamın on ilkesini tekmil eden bir kimse, anlaşabileceği bir yol kardeşi bulup, Enfal Süresi, 72, 74 ve 75 ayetleri gereği musahip kardeş edinerek dört gönlü bir eder. Burada önemli olan şudur: İkrar verip dört can bir can haline gelen bu kimseler; her an kendi nefisleriyle mücadele ederek, diğer kardeşlerine zarar vermemek için yol erkân adabından ayrılmazlar. Bu bir nevi oto kontrol sistemidir. Böylece hem zâhirde, hem de bâtında, yani hem sosyal anlamda, hem da mana âleminde huzur bulurlar.
3- Ehl-i Beyt’in yolunda nefsi ile mücadele etmek: Hz. Peygamber’imiz, bir hadisinde: “Men arafe nefsehu fakad arafe Rebbehu”, yani “nefsini bilen Rabbini bilir” buyurmuştur. Hakk ve hakikat yolcusu olan bir kimse de nefsi ile mücadele etmesini bilecektir. Kur’an’da: “Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefis, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, tüm gücüyle kötülüğü emreder”[5] buyrulmuştur. Görüldüğü gibi, nefsimiz bizi her an kötülük yapmağa zorlayacaktır. Bu sebeptendir ki, tüm hakikat ehli kimseler, nefis terbiyesine çok önem verirler. Eğer biz nefsimize uyar, onun her istediğini yerine getirmeye kalkarsak, bu onun azmasına, onun azması ise sahibinin kötü fiilleri işlemesine sebep olur. Nefsine hakim olan kimse, Allah yolunda adım adım ilerleyerek, O’nun istediği gibi bir kul olur, aksi ise delâlete düşüp, aşağıların aşağısına iner, yani hayvandan da aşağı bir sıfata bürünür.
4- Hakk yolunda olan canlara hizmet vermek: Kendisini Hakk, yoluna adamış kimselerle düşüp kalkmak, bu gibi kimselere hizmet etmek, “Halka hizmet, Hakk’a hizmet” etmektir. Hakk’a ulaşmanın tek yolu, halka hizmettir.
5- İnsanî sevgisini, Hakk aşkına dönüştürüp, “tüm yaratılanı” yaratandan dolayı sevmek: Bu nasıl olacaktır? İnsan, kendi evlâdını sever, bağrına basar, eşini, annesini, babasını sever ve bu sevgiyi her vesile ile gösterir. Bir dede, bir nine torununu sever, bağrına basar.
Bir insan, çok istemesine rağmen, her an dili ile ben Allah’ı çok seviyorum demesine rağmen, Allah’ı nasıl sever ve bu sevgisini nasıl gösterir? Bunun tek bir yolu var, o da insanı ve tüm tabiat varlıklarını, evreni, yani tüm yaratılanı, yaratandan ötürü sevmektir. Çünkü O, her nesnede mevcuttur.
6- Kul hakkı yemekten sakınmak: Kur’an’da: “Etkili bir tövbe ile Allah’a yönelirseniz, umulur ki Rabbiniz, çirkinliklerinizi ve günahlarınız örter” buyrulmuştur. [6]
Kur’an, hakları ancak sahipleri bağışlayabilir ilkesini esas aldığından, kula olan borcunuzun bağışlamasını, Allah’tan dileyemeyiz. Allah’ın af ve bağışı, kendisi ile kulu arasındaki işlerde geçerlidir. Başka bir deyişle, kul hakkının tek tövbesi, o hakkı sahibine ödemektir. [7] Yine Kur’an’da: “Ey huzura kavuşmuş insan! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak” buyrulmuştur. [8]
Bundan dolayıdır ki, ibadet cemlerimizde, kulu kuldan razı etmek için razılık alınmaktadır. Öyle ise hiçbir zaman, helal kazancımızın dışında kimsenin malına el uzatmayalım, eğer helal edilmemiş ise, bir bardak su bile kul hakkı sayılır, bunu aklımızdan çıkarmayalım.
7- Yaradılış amacındaki istençlere iman edip vefa göstermek: Kur’an’da: “Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık” deniyor.[9] Yine Cenab-ı Allah Kur’an’da meleklere: “Onu, amaçlanan düzgünlüğe eriştirip, öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın” [10] buyurmuştur. Bir başka ayette de: “Her canlı, ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz”[11] deniyor.
Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, insanı en mükemmel surette ve içersine kendi öz ruhundan ruh üfleyerek yaratmıştır. Zamanı gelince bu emanetini verdiği gibi yine tertemiz geri istemektedir. Kur’an ayetinde belirtildiğine göre her insan, bu âleme bir imtihan için gelmiştir. İşte insan bu yaratılış, yani bu dünyaya geliş amacının ne olduğunu bilmeli ve bunun bilincinde olup aldığı emaneti; sahibine yine tertemiz götürmenin yollarını aramalıdır.
Bir ozanımız, “Men sualimin cevabını verdim de geldim” diyor. İşte, bir talip, ikrar verir ve eline, diline ve beline sahip olur, her yıl görgüden geçip, helallık alırsa, üzerinde kul hakkı bırakmazsa, yarın Hakk’ın huzurunda yüzü ak, gönlü pâk ve yaradılış gayesine göre görevini yapmış sayılır ve “ben sualimin cevabını verdim de geldim” diyebilir.
8- Muhabbete aşina olup, Hakk kelamı dinlemek: Mürşitler ve inanç önderleri sohbetinde bulunup, Hakk kelamı dinlemek, ibadetlerin en büyüğüdür. Bir düşünür, “sen vakit ibadetini, her zaman yerine getirebilirsin, yapamadığın bir ibadeti, fırsat bulduğun zaman yapabilirsin ama, güzel bir sohbeti, orada söylenen Hakk kelamlarını, ancak o an da duyabilirsin, söylenen o güzel sözler, tekrar geri gelmez” diyor.
Bu gibi muhabbetlerde insan kemâle erişir, Allah’ın gizli sırları hakkında bilgi sahibi olur. Allah’ın gizli sırlarına vakıf olmak ise kendi özüne dönmektir, yani kendi özünü bilmektir.
9- İrfan âleminde “öz”ünü tanımak, yani kendini bilmek: Bir insan, sık sık kâmiller meclisinde bulunarak Tanrı kelamı dinlemeli, kendine özgü ibadetlerle özünü saflaştırmalıdır. Kendi özünü bilen bir kimse, Hakk’a vasıl olur, zamanı gelince “ben Hakk’ım” diyebilir. İnsanın kendi özünden maksat, Cenab-ı Hakk’ın ana rahminde iken bize kendi öz cevherinden üflediğim dediği “öz “dür, yani ruhtur.
10- Edeb’li olup, eline, diline, beline, eşine ve işine sahip olmak: Bu meziyetlere sahip olmak, yaradılış âlemine zararlı değil, faydalı olmaktır. Bu meziyetlere sahip olabilmek ise, bir mürşide teslim olup, ikrarlı ve musahipli olarak yol erkân sürmekle mümkündür.
Bir insanın Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip kemâle erebilmesi için önce dört kapıyı tekmil etmesi gereklidir. Dört kapının ikincisi olan tarikat kapısının on makamı ve şartları yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, marifete girmeye hak kazanmıştır.
Soru 99: Marifet kapısı ve marifetin on makamı nedir
Marifet kapısı: Allah’ı tanıyıp, bu bilinç içersinde teselli bulup rızaya kavuşmaktır. Böylece zâhir ve bâtın ilminden haberdar olan kimseleri hoşnut etmektir. Bu bilinç içerisinde marifet ilminden haberdar olup, hakikat kapısına erişerek velâyet makamında keramete ulaşmaktır.
Marifet kapısının makamları ise şunlardır:
1- Ledün İlmi’nden haberdar olmak: Ledün İlmi, Allah’ın sırlarına ait manevi bilgilerdir, yani gayb âlemine ait bilgilerdir. Alevi-Bektaşi ibadetinin yapıldığı cem evleri, birer İlm-i Ledün okuludur. Aleviler-Bektaşiler, tasavvufi bir anlayış içersinde ibadet yaparlar. Bu ibadetler, şekil ibadetinden ziyade tasavvufî bir yorum içerisinde yerine getirilmektedir.
Bu gibi yerlerde daha çok Allah’ın uluhiyeti ile ilgili muhabbetler, sohbetler yapılır. İşte bu gibi, muhabbetler ve sohbetler, “İlm-i Ledün” dür. Bu ilimden haberdar olabilmek için de bir mürşide teslim olup, onun sohbetlerine katılmak gerekir. Bunun için de en uygun yer, cem evleridir. Musa Peygamber dahi, bir nebi olmasına rağmen, kendisine “İlm-i Ledün” öğretecek bir mürşit aramış ve Hızır’ı bulmuştur. Bilindiği gibi, Hızır kendisine rehberlik etmiş ve bu ilmi, kendisine öğretmiştir.
2- Bu İlm-i Ledi’ün bilinci içerisinde Allah’a ait sırları öğrenerek, kendi özünü bilmek: İlm-i Ledün, yani Allah’ın gizli sırlarına vakıf olan bir kimse, hem Rabbini, hem de kendi özünü bilir, yani “Men Aref Sırrın”dan haberdar olur.
3- Aldığı bu ilmi, geleceğe aktarmak: İlm-i Ledün sahibi bir kimse, etrafındaki diğer insanları da irşat eder. Bu bilgilerini kitaplar haline getirerek, gelecek nesillere de bir ışık olur. Aynı, Hünkâr’ın, Mevlâna’nın ve Yunus’un yaptığı gibi.
4-İnsanlık âlemine yarayışlı yenilikler yaratarak faydalı olmak: Bir meslek, sahibi olmalı, maddi ve manevi olarak insanlık âlemine yararlı olmalıdır. Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.
5- Hakk, Muhammed, Ali yoluna girip, edep ve erkân öğrenmek: İnsan, bir mürşide ve rehbere bağlanıp, yol erkân öğrenmeli ve bu bilinç içersinde yeni nesiller yetiştirmelidir.
6- Engin gönül ile çevresine örnek olmak: İnsan bir mürşide bağlanıp, onun engin bilgisinden irşat olmalı ve aldığı bu engin bilgi ve hoşgörü içersinde başkalarına da örnek olmalıdır.
7- Sabırlı ve kanaatkar olmak: İnsan belli bir olgunluğa erişip, sabırlı ve hoşgörülü olmalıdır. Allah’ın verdiğine kanaat edip, şükretmeli ve Allah’tan gelen her türlü ezaya ve cefaya katlanmasını bilmelidir. Hiçbir zaman, isyankâr olmamalıdır. Etrafındaki olumsuz davranışlara, hoşgörü ile bakıp, insanları incitmeden onları uyararak, doğru yola girmelerine vesile olmalıdır.
8- Tüm âlem ile barışık olmak: Tüm yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeli, ihtiyaç sahiplerini bulup onların yardımına koşmalı ve hiçbir vesile insanları incitmemelidir.
9- Helal kazancını, Hakk yolunda olanlarla paylaşmak: Göz nuru ve alın teri ile kazandığını, yine Hakk yolunda olan kimselerle paylaşmalı ve kazancını, Cenab-ı Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için harcamalıdır. Yani, kumar, zina gibi zararlı işlerden uzak durmalıdır.
10- Ahde vefa da kusur etmemektir: Allah, Muhammed, Ali yoluna girip ikrar vermeli ve bu yolda verdiği ikrarından dönmemelidir. Mürşidinin ve rehberinin yap dediğini yapmalı, yapma dediğini de yapmamalıdır.
Bir insanın Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip kemâle erebilmesi için önce dört kapıyı tekmil etmesi gereklidir. Dört kapının üçüncüsü olan marifet kapısının makamları yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek marifet kapısını tamamlamış hakikate girmeye hak kazanmıştır. Marifet kapısına girip, yaşamını bu inanç ve şartlar içersinde düzene sokan bir kişi, küfrü imana, zorlukları kolaylığa, çirkinlikleri güzelliğe dönüştürebilir ve böylece hakikat ehli olmaya hak kazanır.
Soru 100: Hakikat kapısı ve hakikatın on makamı nedir?
Hakikat kapısı, hakikat nuru ile insanın kendinden geçerek Hakk ile Hakk olmasıdır. Ve böylece Allah’ın sırrının sırrına ermektir.
Hakikat kapısının makamları ise şunlardır:
1- Toprak gibi alçak gönüllü ve türap olmak: İnsan, herkesin bastığı toprak anlamında alçak gönüllü olmalı. Allah’tan gelen her şeyi, gönül hoşluğu ile karşılamalı. Hiçbir zaman teslimiyetten ayrılmamalı. Yine hiçbir vesile kibirli ve benlikçi olmamalı, insanlara yüksekten bakmamalı, malıyla ve bilgisiyle övünmeyerek hoşgörülü olmalıdır. Herkesin ilmine ve bilgisine, saygı duymalıdır.
2- 72 millete bir gözle bakmak: İnsanlar arasında din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmamalı. Her inanç grubunun yaptığına saygı duymalı, hiçbir kimsenin yaptığı ibadeti hor görmemeli ve hoşgörü ile karşılamalıdır. Çünkü Cenab-ı Allah, yapılan ibadetin şekline değil, özüne bakmaktadır.
3- Hakk ve hakikat yolunda tüm imkânları kullanmak: Bir insan, tüm yaşamını dünya varlıklarına göre değil, ahretini de düşünerek hareket etmelidir. Bunun için de insan, yaşamı boyunca hem bu dünyaya göre hem de ölümden sonraki hayata göre hareket etmelidir, makbul olanı da budur. Cenab-ı Allah, Kur’an’ın pek çok yerinde “o aklını kullananlar var ya” demektedir.
İşte, aklını kullanan ve onu en iyi şekilde işleten insan, Allah’ın ilmiyle bilgilenen, Allah’ın ahlakıyla ahlâklanan, her zaman Allah’ın iradesini kullanan insandır.
Cenab-ı Allah, “Ey huzura kavuşmuş insan! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak” [12] buyurmuştur. Bunun gerçek anlamı şudur: Biz O’ndan razıyız. O’nun da bizden razı olması için helal kazancımızın kendi ihtiyacımızdan fazlasını Hakk yolunda, ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak, Tanrı’nın hoşnutluğunu ve razılığını kazanmaktır. Yaşamlarını bu şekilde sürdürenlere Cenab-ı Allah, Rahim sıfatıyla, ölüm ötesinde özel rahmetler sunacaktır.
4- Tüm yaratılanların itimadını kazanmak: Bunun için tüm yaratılana bir nazarla bakmak, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek gerekir. Başta insan olmak üzere tüm yaratılmışı, sevgi ve muhabbetle kucaklamalı ve sevmeliyiz.
Ayrıca insanların iyi ve üretici yanlarını bulup, onları o yönde çalışmaya yönlendirmeli ve hiçbir vesile onların kusurlarını görmemeliyiz.
5- Sohbet ile çevresindekileri irşat etmek: Önce kendin öğreneceksin, sonra da etrafındakilere öğreteceksin. Bunun için de önce bir mürşide bağlanıp, mürşitler sohbetlerinde bulunacaksın ki, kemale eresin. Daha sonra da etrafını aydınlatacaksın. Bunun yeri de cem evlerimiz ve dergâhlardır. Çünkü cem evlerimiz, birer “İlmi Ledün” okuludur. Bu gibi yerler, Allah hakkındaki sırların konuşulduğu ve açıklandığı mekanlardır. Bu gibi yerlerde, belirlenmiş şekil ibadetinden ziyade, tasavvufi sohbetlerle; insanların Tanrı hakkındaki bilgileri artırılır.
6- Seyahat edip gönül kazanmak: Çok yaşayan değil, çok gezen bilir derler. Bunun için de çok gezip, her gördüğü çiçekten bal almak gerekir. Mümkün olduğunca çok gezip, değişik simalar tanımak ve dost edinmek, böylece hem insanları bilgilendirmek, hem de ziyaret ettiğin kimselerden feyiz almak gerekir.
7- Tefekkür ve münacat etmek: Bunun için, tefekküre varıp, o yüce yaratanın tüm bilgi ve sırlarını müşahede etmek gerekir. Yani, vermiş olduğu nimetlerinin, bu dünyanın tertip ve düzenini, kısacası tüm sırlarının hikmetlerini düşünerek, O’ yüce yaratanla bütünleşmek gerekir.
Yine bu makamda insan, nefsin isteklerinden kurtulup, tefekküre vararak, “Allah’ın Evi” olarak nitelenen gönül evinde tecelli eden gabya ait bilgilerden haberdar olmaya çalışır, bu gibi tecellilere mazhar olur.
Bu duruma gelerek gönül gözü açılan bir kimse, gayp âleminin tüm bilgi ve sırlarını; kendi iç dünyasında ilham yoluyla sezebilir. İlham, kişinin özel gayreti ve çalışmaları sonunda kendisinde meydana gelen bazı ilâhi hassasiyetlerdir. İlham, hiçbir aracıya gereksinim duyulmadan, Allah’a ait ilâhi mesajların, muhatabın gönlünde zuhur etmesidir.
Muhatap bu ilâhi mesajları, hisseder ve Cenabı Allah’ın kendisine müsaade ettiği ölçüler içerisinde açıklar veya açıklamaz.
8- Hakk ve hakikat yolunda vahdet makamına ulaşmak: Hakikat yolcusunun manevi olgunluğa ulaşabilmesi için Tanrı’ya yapacağı seyrü sülüğü, yani manevi yolculuğu, dört aşamada gerçekleşir:
1. Seyr-i İllallâh (Tanrı’ya yolculuk): Tüm beşeri isteklerden arınarak, Allah’ın iradesine teslim olma.
2. Seyr-i Fillâh (Tanrı’da yolculuk): Tanrısal nitelikleri kazanma, Tanrı’nın iradesine göre hareket etme.
3. Seyr-i Maallâh (Tanrı ile birlikte yolculuk): Bu yolculuk, kesretten vahdete, yani halktan Hakk’a yapılan bir yolculuktur. Buna vahdet-i vücut denir ve bu makam, her şeyin Tanrısal olmasıdır.
4. Seyr-i Anillâh (Tanrı’dan yolculuk): Bu yolculuk ise, vahdetten kesrete, yani Hakk’tan halka yapılan bir yolculuktur. Burada manevi yolcu, Tanrı’dan tekrar halka dönerek, bireylere, yani topluma hizmet edecektir. Daha doğrusu, ruhlar âleminden, beşeriyet âlemine dönerek, halkı irşat edecektir.
9- Vahdet âleminden haber vermek: Tanrı’nın birliğinden, yani ahad (tek) oluşundan haberdar olup, bundan başkalarını da haberdar etmek gerekir. Çünkü Allah, tek bir varlıktır, evrende görünen tüm nesneler, O’nun unsurlarıdır. Nasıl ki, biz bir insana baktığımız zaman onu tek görürüz. Halbuki bu insanın bedeninde elleri, kolları, ayakları, ağzı, burnu, kulakları, kaşları, kirpikleri , saçları vardır. Bedeninin içersinde ise ciğerler, dalak, pankreas, böbrekler ve adını sayamadığımız milyarlarca hücreler ve mikro organizma mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali efendimiz, “insan, küçük bir âlem” buyurmuştur. İşte biz, bir insana baktığımız zaman, tüm bu nesnelerin teker teker isimlerini söylemeyiz, bu bir insan deriz. Allah için de O’nun bu âlemde bulunan unsurlarını teker teker söylemeyiz, Sadece “Allah” deriz. Veya: “O, tektir, yani Ahad” tır” deriz. Bunun tasavvuftaki söyleniş şekli “Lâ Mevcuda İllallâh” tır. “O’ndan başka mevcut yoktur” demektir.
Kitabımın ön sayfalarında vermiş olduğum bu önemli bilgileri, yeri gelmişken tekrar vermek istiyorum. Çünkü bu açıklamalar, çok önemlidir. Bir kudsi hadiste Cenab-ı Allah: “Küntü Kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fe’halaktül halk-â Li u-refe” buyurmuştur. Bu kudsî hadisin açıklaması şudur: “Ben gizli bir hazine idim, yani her türlü suretten soyutlanmış bir varlık idim. Bilineyim istedim de tüm yaratıklarla birleşip kendime muhabbet için halkı ve âlemleri halk ettim” buyurmuştur. Buradaki “halk ettim” sözü, yoktan var etme anlamında olmayıp, Allah’ın kendi zâtını, bir halden bir başka hale dönüştürmesiyle meydana gelme şeklindedir. Hadisin sonundaki: “Li-u-refe” sözü, bilinmektir ve sevgiden beklenen sonuçtur. Yani Allah’ın, hayat, ilim, duyma, görme, söyleme, kudret, irade, meydana getirme, yani yaratma, zuhur, yani görünme ve bunlara benzer sıfatlarıyla birlikte, insana bahşettiği muhabbet ve sevgidir.
Özetleyecek olursak, sudur öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler.
Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı. O, yüce yaratan farka gelen bu zerrelere, “elestü bi-rabbiküm?”[13] dedi, yani “ben sizin Rabbiniz değimliyim” dedi. O vakit tüm ruhlar, “evet sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah’la ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme yapıldı.
İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir.[14]
Bu hususta şu Kur’an ayetlerine bakabiliriz: Bizim emrimiz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir. [15] Bu ayetteki emir, “Kün!”, yani “Ol!” emridir.
Diğer bir ayet ise: Hani Rabbin, âdemoğullarının, bellerinden zürriyetlerini alıp onları, öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. [16]
10- Müşahede ile “vahdet-i vücut” olup, Tanrı’yı yakında görmek: Bir kimse, müşahede yoluyla, önce İlm’el Yakin, Ayn’el Yakin ve Hakk’el Yakin mertebelerine vakıf olur. Bunların gerçekleşmesi için:
1. “Akıl” kesin kanıt kullanarak, yani ilim yoluyla; Tanrı hakkında kesin bilgi sahibi olur ve buna “İlm’el yakin” denir.
2. Açıklama ve bilim yoluyla bilme. Allah sırlarının, Hakk yolcusu tarafından müşahede edilmesi, yani, ilham yoluyla görünmesi, “Ayn’el Yakin”dir.
3. Allah’ın ilmiyle ilimlenip, vasıflarıyla vasıflanıp, O’nun iradesiyle Allah’ı aracısız görmek, “Hakk’el Yakin”dir.
Bu sonuncusunun, yani Hakk’el yakin mertebesinin gerçekleşmesi için de en etkili araç, aşk ve cezbedir. Cezbe denen şey ise, insanın şuur ve benliğini yok edip, bir an için Allah’la buluşmasını sağlar, insanı bir an için vuslata kavuşturur, bir an için zerreden bütüne doğru bir akış olur ki, insan bir damla iken deryaya karışır ve bu aşk deryasında yok olur. Bunun kaynağı ise, şekil ibadetlerinden ziyade, sevgi, aşk ve muhabbettir. Bu mertebeye gelen insan, Hakk’el Yakin mertebesine erişerek, kendi özünü bilmiş olur.
Bir insanın, bu mertebelere erişebilmesi için, önce Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip, ikrar vermeli ve dört kapı-kırk makamın tüm vecibelerini yerine getirmesi gerekir.
Dört kapının dördüncüsü olan hakikat kapısının makamları yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek hakikat kapısını tamamlamıştır. Hakikat makamına ulaşan, yaşamını bu inanç ve şartlar içersinde düzene sokan bir kişi, küfrü imana, zorlukları kolaylığa, çirkinlikleri güzelliğe dönüştürebilir ve böylece hakikat ehli sayılır.
Hakikat yolcusu, gerçekte Hakk’a talib olmalıdır. Bunun için de özünü toprak etmelidir. Çünkü toprak, öyle bir nesnedir ki, kendisine ne kadar eziyet edilse, o buna daha bol ürün vererek cevap verir. Üzerine hayvan dışkısı atılsa, o bundan asla gücenmez, aksine daha fazla ürün verir. Bundan dolayıdır ki, hakikat yolcusu bir talip aynı toprak gibi olmalı, küfrü imana çevirmesini bilmelidir. Hakikat yolcusu olan kimse, kendisini toprak edip, “Marifet” tohumunu bu tarlaya ekmeli. O tohumu, fakirlik, alçak gönüllülük suyu ile sulamalı, rıza orağı ile biçmeli, sabır harmanında dövüp, fark düveni ile yumuşatıp, şark yeliyle savurup, hal değirmeninde un edip, erkân eleğiyle eleyip, irade teknesine koyup, iman tuzuyla tuzlayıp, “muhabbet”le yoğurup, aşk ateşiyle yakıp, gönül fırınında pişirip, “Mürebbi”nin önüne gelmelidir.
Eğer makbul görülüp kabul edilirse, Şeriat, Tarikat ve Marifet makamlarındaki hizmetinin karşılığını görmüş sayılır. Bu kimsenin Hakk katındaki mertebesi yükselir ve böylece hakikate erişerek, kâmil insan olur.
Eğer bir talip, pişmeden, olgunlaşmadan “Mürebbi” önüne gelecek olursa, o pişmemiş ve çiğ bir lokma sayılır. Çiğ lokma da yenmez, insanın midesine zarar verir, lezzeti dahi olmaz. Bundan dolayıdır ki, Hakk, Muhammed, Ali yolunda ve erkânında, çiğ lokma yenmez, çünkü haramdır.
Yaşamında bu aşamaya gelen bir kimsenin, yaptığı her işte doğruluk, düzgünlük, söylediği her sözde kemalât görülür. Bu gerçeğin farkına varamayan kimseler ise, hangi milletten olursa olsun, gerçeği görüp fark edemez ve delâlet içersine düşer.
| 0 | - | Oruç Nedir? Oruç Nedir?
Orucun Arapçada kelime anlamı, “Savm ve siyam” olarak geçer. Savm; Hareketsiz kalmak, susmak anlamındadır.
Hz. Meryem ana, çocuğunu babasız dünyaya getirince ilahi bir ses ona, “Sus” der. O da susar kimseyle konuşmaz.
İslam Ansiklopedisi, Kur’anda, Meryem Suresinde bir sesin Meryem’e;
“Ben acıyana savm adadım, bu gün kimseyle konuşmam.”[1]
Kur’an, savm kelimesinin, oruç tutmak ve susmak anlamın da iki şekilde kullanıldığına işaret etmektedir. Ansiklopedi, susmak ve oruç tutmak kelimeleri arasında bir bağ olduğunu vurguluyor ve belirtiyor.
Kur’an;
“Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin de üzerinize farz kılındı. Bu sayede korunmanız umulmaktadır”[2]
Ayetten de anlaşılacağı gibi İslam’ın kutsal kitabı Kur’an, Hz. Muhammed’e gelmeden önce, ki (Hz. Adem’den, Hz. Hatem’e kadar) peygamberler de oruç tuttuklarını belirtiyor. Tuttuklarına göre hangi orucu tutmuşlardır? İslam’dan önce orucun var olduğu ayetten de anlaşılmaktadır.
Hz. Adem’den beri oruç vardı. Dünyanın bütün büyük dinlerinde, belirli kutsal zamanlar sırasında ya da öncesinde veya özel nedenlerle oruç tutuluyordu. Bütün tarihi kaynaklar, oruç adetinin insanlığın eski bir geleneği olduğunda birleşiyor.
Bizim konumuz İslam’da oruç olduğuna göre onu irdeleyeceğiz.
Ayette de görüldügü gibi oruçtan amaç kötülüklerden korunmak, nefsi terbiye etmek, iyi ahlaklı bir insan olmaktır. Tanrı boş yere insanları aç bırakıp cezalandırmaz. Orucun gerçek anlamı kötülüklerden uzak durup, iyi ahlaklı olup tanrının buyruğunu yerine getirip olgun insan, yani “insan-ı kamil” olmaktır. Bütün ibadetlerden amaç insanın gerçek anlamda kendini bilen “insan” olmasıdır.
Kur’an’da oruç, vacip ve farz olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Farz olan: bütün İslam alemine bildirilen oruçtur.
Vacip olan: bir dileğin yerine gelmesi veya işlenen bir suça tevbe etmek için tutulan “Nezir orucu”dur.
Bu tutulan oruçların iki yönü vardır; Zahir ve batın.
Zahiri yönü: Allah’a şükretmek, ola ki nefis aç kalınca yoksul, yetim, çaresiz ve sağlığı kendisini geçindirmeye yetmeyen insanlarımızın çaresizliklerini, ve sıkıntılarını hissedip, merhamet duyguları gelişip, vicdan muhakemesi çalışır, bu çaresiz insanlara yardım elini uzatılır.
Batini yönü: Gerçek müminin orucu ise senede 365 gündür. O kişi yaşamı boyunca halk için çalışır, paylaşımcıdır. Komşusu aç iken o tok gezemez. İnsanlar sefalette iken o saltanatta olamaz. O gerçek mümindir ki, sadece nefsini değil, yani midesini değil, bütün uzuvlarını harama bağlı tutar.
“Şeriatın emrettiği zahiri orucun yanında ayrıca tarikat ve hakikat oruçları da vardır”[3]
Zahiri oruç: gündüzleri yemekten içmekten ve mukarenetten kesilmektir. Ramazan ayında tutulur.
Hakikat orucu: Ömür boyu devam eder. Oruçlu, gece gündüz bütün azalarını kötü duygulardan muhafaza etmek mecburiyetindedir. Gıybet etmez, hiç bir fenalık düşünmez, kimseye zulmetmez, dövmez, sövmez, duygularını kötüye kullanmaz. Duygularını kötülüğe kullandığı anda, fiilen yapmasa da orucu bozulmuş olur. İşte asıl oruç budur. Çünkü Cenab-ı Fahr-i kainat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
“Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır.”(İbn-i Mace)
Bu Hadis-i Şerif’ten anlaşılıyor ki, bir çok oruçlular iftar ediyorlar farkında değiller, hem de oruç tuttuklarını zannediyorlar. Görünüşte yemeyip, içmeyip oruç tutuyorlar, ama yaptıkları hareketler hiç de bir oruçlunun hareketine benzemiyor.
Dolayısı ile bir çok iftar edenler de vardır ki oruçludurlar, oruçları bozulmamıştır. Niyetleri daima istikamet üzerinde bulunur. Kötü duygu ve düşüncelerden kendilerini alıkoymuşlardır, istedikleri gibi hareket edemezler, istediklerini yiyip içemezler.
Hadis-i Kudsi’de “oruç benim içindir, mükafatını ben veririm” diye bildirilen oruç bu oruçtur.
Hakikat orucu: Hazret-i Allah’ın muhabbetini sırda muhafaza etmektir. Cenab-ı Hakk’ı görmek sır gözü iledir, yoksa baş gözü ile görülmez. O muhabbet çıkıp başka muhabbet girdiği zaman, hakikat ehlinin orucu bozulmuş olur. Onu kaza edecek ki, yani istiğfar edip aynı muhabbeti duyacak ki, orucu devam edebilsin. Çünkü o insanları Hazret-i Allah kendisi için halk etmiştir.
Hadis-i Kudsi’de “İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım” diye buyuruyor. Hz. Mevlana’da bir coşku halindeyken; “Söyletmeyin bana insanın ne olduğunu. Söylersem sizde yanarsınız bende yanarım.” Onlar daima Hakk iledir. Dolayısı ile Hazret-i Allah o kullarının başka bir şeyle meşgul olmasını da istemez. İşte Allah’ın “dosdoğru yolu”nda olan kamil insanlar bunlardır..
Bunların orucu da hakikat orucudur.
ORUÇ NİÇİN TUTULUR?
Allah, irade sıfatını yalnız insanlara bahşetmiştir. İşte oruç iradenin imtihanıdır. Kiminle? kendi kendinle, hiç bir şeyle uslanmayan nefsin, oruç ile ıslahıdır. Çünkü açlık had safhada iken yememek, içmemek, iyilik için nefsin dizginlerini çekip iradeyi kullanmaktır, yani vücuda aklın hükmüdür. Kendi bedenine sözünün geçmesidir. Cenabı Allah bir kutsi hadisinde, “Oruç benim içindir, onun mükafatını da ben vereceğim.”
Niçin? Çünkü, Allah ile kul arasındadır. Tamamen kendi rızalığı ve kendi iradesi altındadır. Yeter ki oruç denilen bu muazzam bedeni İbadet şuurlu olarak aşkla yapılsın. Eğer birilerine görünmek adet yerini alsın diye yapılıyorsa, yani ruhu manası gayesi anlaşılmadan yapılıyorsa, gayeye hizmetten uzak olur.
Oruç, yalnız aç kalmak değil, aynı zamanda açı arayıp onu doyurmanın da adıdır.
Oruç, dili ile gönül kırıyorsa, eli ile yanlış yapıyorsa, ayağı ile yanlışa gidiyorsa, günlerce aç kalsa da amaca ulaşamaz.
Hz.Peygamberimiz de, “Birçok insan vardır ki, bu zavallıların alacağı sevap, aç ve susuz kalmaktan ibarettir” diye buyurmasının gerçeği budur.
Oruç, tüm uzuvlarıyla Allah rızasına tutulmalıdır.
ORUÇ NASIL TUTULMALIDIR?
Oruç, Beden orucu olmalıdır. Gözün orucu, gafletten men olunmasıdır. Dilin orucu, yalandan, gıybetten, dedikodudan uzaklaşmaktır. Kulağın orucu, yasaklanmış şeyleri işitmemektir. Nefsin orucu, hırs ve şehvetten kendisini korumasıdır.
Kalbin orucu, bütün nefsani duygulardan arınıp beşeri sevgiden uzaklaşmaktır.
Ruhun orucu, dünya malına tamah etmemektir. Sırrın orucu, Hakk’tan gayrisini görmemektir. Batındaki oruç, kalbe, ruha, sırradır.
İşte oruç bütün vücudun azalarıyla tutulmalıdır. Oruç tutuyor görüneceksin yalan söyleyeceksin, küfür içinde olacaksın, başkaları da niçin benim gibi oruç tutmuyor diye cana kıyacaksın ve sonunda oruç tuttum Allah kabul eyler diyeceksin. Böyle orucu Allah kabul eder mi? Oruç tutan insan kalp kırmak değil, kırılan kalbi tamir etmektir. Oruçluyum diye ona buna saldırmak değil, örnek insan, yani kamil insan olmaktır.
İnsanları sevmek, bağışlamak, acımak ve yardım etmektir. Allah kavramı da bu değil midir? Cenabı Allah “Oruçlunun ağız kokusunu severim” diye buyuruyor. Bu koku, çirkin açlık kokusu mudur? Hayır, ya nedir? O oruçlu ağızda hile bulunmaz, yalan ağzın yanına gelmez, kimseyi aldatamaz. Çünkü, Kainatta Allahsız bir zerre görmez ki! Nasıl aldatabilir ki!
Hakk aşığı da ne güzel söylemiş;
“Sevap istersen öldür yalanı
Cennet istersen incitme canı.”
Öyleyse kötülükle karşılaştığımız zaman kendi kendimize, dikkat et oruçlusun, yani Allah’ın sıfatısın. Ayıpları görmeyeceksin, örteceksin, kötülükleri iyilikle karşılayıp, güzelliğin ne olduğunu göstereceksin, işte oruç budur.
Düşününüz, hayvanı bir yere bağlayıp yiyecek vermeyip aç bırakırsan, bu oruç mudur? Hayır, oruç aşkla, şevkle ve şuurlu tutulmanın adıdır. Midenin açlığı değildir.
Hz.İmam Ali şöyle buyuruyor;
“Bedenin orucu, irade ve ihtiyarla azaptan korkup sevaba girmeyi, ecre (sevap) nail olmayı dileyerek yemekten kesilmektir. Nefsin orucu, beş duyguyu öbür suçlardan çekmek, kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır. Kalbin orucu dilin orucundan, dilin orucu ise, midenin orucundan hayırlıdır.”[4]
Şahların şahı da bütün uzuvlarımızla oruçlu olmamızı istiyor.
Bir atasözümüzde şöyle der; “Mümin korumalı nefsini kibirden / Ağzını küfürden, gönlünü kirden.”
Evet önemli olan kinden kibirden, şehvetten, buğuzdan, azgınlıktan, cürümden, haramdan kısaca bütün kötülüklerden arınmaktır oruç.
Hz.İmam Ali efendimiz, “Bir bölük halk, sevap için Allah’a kulluk ederler, bu kulluk tacirlerin kulluğu, bir bölükte Allah’a korkarak ibadet eder, bu kölenin ibadetidir. Bir bölükse Allah’a şükrederek kulluk eder işte hür kişilerin kulluğu budur.”
Oruç da bir ibadet olduğuna göre tacirlerin, kölelerin ibadeti gibi değil, özgür iradeyle, aşkla, sevgiyle tutulan oruç, yapılan ibadet makbul olduğunun altını çizmektedir.
Oruç iki türlü tutulur;
Bedenin orucu; irade ve ihtiyarla azaptan korkup, sevaba girmeyi ecre nail olmayı, dileyerek yemekten kesilmektir. Nefsin orucu; beş duyguyu öbür suçlardan çekip, kalbi de bütün şer sebeplerden ayırmaktır.
ORUÇ’UN HİKMETLERİ
Orucun batini anlamdaki hikmetleri de şöyledir;
Birinci hikmet; Oruç tutan kendini kontrol ederek, iradeye ve nefse sahip olarak düzgün insan olmanın seyrini yapar. Allah’ın ahlakıyla bezenir, eline, beline, diline sahip olur.
İkinci hikmet; Oruçlu insan bir şey yapmış olmanın rahatlığıyla gönlünde huzur bulur. Huzur demek ise, Allah’la muhabbet etmektir.
Hakk aşığı şöyle der;
“Muhabbetle bulanlar buldu Hakk’ı
Muhabbetsiz kulun Hakk’ta ne var hakkı.”
Oruçta kıble; “Her nereye dönersen Allah’ın cemalini görürsün”[5]
Her tarafı kıble edip ibadet halinde olursun, yön ve şekilden uzaklaşıp yeryüzünü mabet edinmektir.
Üçüncü hikmet; Aç olan insan aç olanın halinden anlar. Açlığını yüreğinde hisseder, yardım eder, aç doyurur, lokmasını paylaşır, yaratanına aç olanlar için yalvarır. Peygamberimiz de; “Komşunuz aç iken, siz tok olup gerçek mümin olamazsınız” diye buyuruyor.
Cömertlik aşık olanlara mahsustur. Bu hikmetin farkına varır. Allah cömerttir, cömert olanı da sever, deyip cömertlerle birlikte cömertlik, makamının sırrına vakıf olursunuz.
Dördüncü hikmet; Kazancınız yani ekmeğiniz, tuzunuz helal olmalıdır. Helalından kazanmak lazımdır, kul hakkı yememek lazımdır. Aç kalarak, kul hakkının ne kadar önemli olduğunun bilincine varıp, başkalarının açlığının sırrına ermektir. Yüce peygamberimiz; “Nefsini bilen, Rabbini bilir,” diye buyurmasının hikmeti budur.
Beşinci hikmet; Hakiki oruçlu insan, kınından sıyrılan bir “İnsan-ı kamil”dir. o makamda yapılan ibadet “Amel” olup Hakk’ın dergahına yazılır.[6] MUHARREM ORUCU
Kur’anda oruçla ilgili ayetleri ana başlıklarıyla açıklayacak olursak;
“Hastalık, yada yolculuk sebebiyle oruç tutamayanlar tutamadıkları günlerin sayısı kadar başka günlerde oruç tutarlar”[7]
“Kuran’da hacla ilgili bazı eksikliklerde orucun fidye olarak tutulması”[8]
“Yanlışlıkla ölüme sebebiyet verip, köle affetme cezasını yerine getirmeyenlerin, iki ay kesintisiz oruç tutması”[9]
“Yemin bozanların kefaret olarak oruç tutması”[10]
“Hacda avlanma yasağını çiğneyenin kefaret olarak oruç tutması”[11]
“Hanımların cahiliye adetlerinde olduğu gibi anası, kız kardeşi gibi yakın akrabası ilan edip, boşanmaya kalkmanın cezası olan köle azadını yerine getiremeyenleri, kesintisiz iki ay oruç tutması geçer.”[12]
Görüldüğü gibi Kur’an bazı suçların cezasında orucun, suçun dünyevi karşılığı olarak tutulmasını söyler.
Asıl başlıklarıyla inceleyecek olursak:
Katl (Kefaret) orucu: “Her halde bir Müslüman’a layık değil ki, haksız olarak bir Müslüman’ı bile bile öldüre. Her kim bir ehli imanı bilmezlikle ölümüne sebep olsa, esir olmuş bir Müslüman kul veya cariyenin azat edilmesi üzerine farz olur, ve birde ölünün sahibi aldığı o diyeti sadaka ede veya hiç almaya. Eğer ölü size düşman bir kabileden olsa bile mümindir, bir Müslüman esiri bay olsun bayan olsun azat etmesi katil üzerine borç olur. Öldürülen aranızda ahitleşme olan bir kavimdense ailesine kan parası vermek, ve bir mümin köle azat etmesi gerekir, bunları yapmayan Allah’a tövbe ederek iki ay birbiri ardına oruç tutmalıdır.”[13]
Kur’an, zalim olanları, insan canı alan katilleri lanetlediği gibi diyet ödemekle yani, ceza olarak da iki ay kefaret orucu tutup aç kalmayı emrediyor. Kerbelanın katilleri acaba bu orucu yaşadılar mı bilemem.
“Bir mümini kasten öldürene gelince onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Allah gazap etmiştir böylesine, lanetlemiştir onu, çok büyük bir azap hazırlanmıştır ona.”[14]
Günümüz dünyasında bunun yaşanmasına imkan var mıdır? Diğer bir deyimle, adam öldürüp sonrada iki ay oruç tutup, kurtulmanın yolu olur mu? Yoktur. Çünkü, yasalarımız onun takipçisi olacaktır. Kişinin, yasaların dışında vicdani, ahlaki bir sorumluluğunun bilincinde olunmasıdır. Allah’ın affetmediğinin bilinmesidir.
| 0 | - |
Bütün konular: 2 Bütün postalar: 2 Bütün kullanıcılar: 11 Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse |
|
|
|
|
|
|
|
|
ELİNE BELİNE DİLİNE SAHİP OL... |
|
|
|
|
|
|
SEVGİLİ CANLAR '' KUREYŞAN OCAĞI '' DEDELERİ VE TALİPLERİ SİTENİZE SAHİP ÇIKIN... |
|
|
|
|